Ruhi bey ve limonluktaki yangın- PSİKANALİTİK BİR OKUMA DENEMESİ/ aydın parmaksız

Ruhi Bey ve Limonluktaki Yangın

Niye imalı öyleyse 

Aşk mutlu bir sürgünlükse. 

Üvey annemdi benim, ben sarışındım 

On altı yaşındaydım, sarışındım 

Bulanık çıkmış fotoğraflar gibiydim, görünümsüz 

Yalnızdım, karışıktım 

Beni tanıyan kimseler yoktu 

Hiç yoktu 

İçime kapanıktım 

Büyük ağaçların altında 

Havuzun kırık taşları arasında 

Bilmezdim mutluluk nedir 

Bilemezdim 

Alıp başımı gitmek isterdim 

İsterdim ama, kalırdım 

Sanki kar yağışlarının ardından 

Uzun süren kar yağışlarının ardından 

Sevimsiz bir lunaparkta 

Kimsesiz bir atlıkarıncaydım. 

Bir limonluğumuz vardı, öğle saatlerinde 

Bazen o limonlukta uyurdum 

Karışık düşler görürdüm 

Yalnızlık? 

O bir başına kalırdı, ben bir başıma kalırdım 

Sanki hiç tüketilmeyen bir otobüs durağı 

Gibi kalırdım 

Bir gün 

İçeri girdi, uyanıktım 

Yarı uzanmıştım, uyanıktım 

Bir üşümüşlüğü tutuyordum yüzümde, uyanıktım 

Dudakları aralıktı, ben uyanıktım 

Öyle bir süre durdu, baktı 

O baktı ben de baktım 

Yanıma usulca uzandı 

Uzandığını görmedim, ama uzandı 

Dağıldı, uçuştu, bir gülüş gibi uzandı 

Önce şaşırdım 

Önce hiç kımıldamadım 

– Yalnızlık biraz azaldı – 

Saçlarımı sevdi, hiç kımıldamadım 

Bir biçim değildim sanki, bir nesne, bir şey değildim 

Biraz utandım 

Sokuldu bana iyice, bana sarıldı 

Dudaklarımı aldı, dudaklarımı taşırdı 

Köpüren sütler gibi taşırdı 

Köpükler içinde kaldım 

– Mevsim her zamanki gibi yazdı – 

Birden beyaz bacaklarını gördüm 

Sonra her şeyi gördüm 

O her şeyi ben ilk defa gördüm 

Ses çıkarmadım 

Ses çıkarmadım, köpüren sütler gibiydik 

Beni yeniden öptü, üstüne çekti beni 

Köpüren sütler gibiydik 

Limonlar beyazlandı 

Bir limondan başka bir limona geçtik 

Bir limondan başka bir limona geçtim 

Gözlerim süt gibiydi, sayısız gözlerim vardı 

İlk defa vardı 

Upuzun sürdü, kısacık sürdü 

Beni bıraktı 

Ayağa kalktı, saçlarını düzeltti 

Süt dindi 

Ama ben kaldım 

Çoraklar, çöller, tuzlu denizler gibi kaldım 

O gözlerini dikti bana 

– Ben suyun yanması gibi tuzda – 

Anlamsız, uzun 

Gizli, korunaklı 

Yüzüyle itermiş gibi ilk defa gördüğü bir yaratığı 

Yıllarca, ama yıllarca 

Baktı baktı baktı. 

Kimseye bir şey söylemedim 

Ama bir daha gelmedi 

Ne sevgi, ne nefret, ne önceleri bir şey duymadım 

Sadece gelsin istedim 

Uyanık bekledim 

Gelsin istedim 

Ama bir daha gelmedi. 

Anladım neden sonra 

Anladım kötülük olsun diye geldiğini limonluğa 

O bembeyaz dişleriyle yoktu, ben vardım 

Üç gündüz daha geçti, ben vardım 

On gün daha geçti, sonra ben günleri unuttum 

– Unutmak ben büyüdükçe o benim çocukluğum – 

O yoktu 

Beni uyardı, beni yalnız bıraktı, anladım 

Çocukken vururdu, kanatırdı, ezerdi 

Bu kez de 

Anladım severekten 

Okşayaraktan yapmak istedi aynı şeyi. 

Üvey annemdi, ben sarışındım 

O da sarışındı 

Beni uyardı, beni yalnız bıraktı 

(Açık saçık giyinirdi, pek anlamazdım 

Dudaklarını ıslak tutardı, pek anlamazdım 

Şehvetle aralardı, bembeyaz dişlerini görürdüm 

Bembeyaz dişlerini görürdüm 

Bembeyaz 

Kalçalarını okşayaraktan tutardı.) 

O günden sonradır ki iyi tanıdım ben kanı. 

Bir gece uykudaydı bütün konak 

Gizlice bahçeye çıktım 

Yaralı bir hayvan gibi sürünerekten 

Sokuldum limonluğa usul usul 

Döktüm bir şişe gazı ve limonluğu yaktım. 

Edip Cansever

Ruhi Bey ve Limonluktaki Yangın – Psikanalitik Bir Okuma Denemesi

Gökyüzü gibi bir şey bu çocukluk 

Hiçbir yere gitmiyor.

Edip Cansever

İki sevgi türü vardır ki, sevilen kişi ne yaparsa yapsın sevgisi yeterli gelmez[1]. Bunlardan ilki anne-çocuk ilişkisidir. Nasıl bir yoğunlukta, sıcaklıkta olursa olsun, (belirli bir evredeki) çocuk için anneden gördüğü ilgi, sevgi yeterli değildir. İkincisi ise aşk ilişkisidir. Aşık olan kişi hiçbir zaman beklediği sevgiyi, ilgiyi göremez. Belki de bu yüzden bazı şiirlerin anneye mi yoksa aşık olunan kadına mı yazıldığını ayırt etmek güçtür. “Ruhi Bey ve Limonluktaki Yangın” şiirini bu bilgi ışığında okumak şiirin anlaşılmasına yardımcı olacaktır. Şiir, çocuk ile anne arasındaki ilişkinin, gelişim sürecinde geçirdiği dönüşümü, çocuğun yaşadığı hayal kırıklığını ve anneden bağımsızlaşma sürecini anlatan bir şiir olarak okunabileceği gibi aşkına karşılık bulamayan (ya da istediği şekilde karşılık bulamayan) bir acemi aşığın hikayesi olarak da okunabilir. Şiirde anlatılan aşk, bu ikisi arasında gidip gelerek okuruna/dinleyicisine, “karşılıksız” sevgi ile yüzleşmenin ne kadar zor bir mesele olduğunu hissettirmeye çalışmaktadır. 

Her ne kadar ilk bakışta bu şiir aşk ile ilgili gibi görünmese de, hemen başlangıçta aşka atfedilen imalı anlatımın şiirin tamamına hakim olduğu görülmektedir. Şairin/anlatıcının mütemadiyen karar verme, seçim yapma durumu ile karşı karşıya oluşu, genellikle de ikilemde kalıp karar veremeyişinin dile getirilmesi, anlatılmak istenen mesele ile doğrudan ilişkili bir durumdur. 

Alıp başımı gitmek isterdim

İsterdim ama, kalırdım

Anlatıcının temel meselesi bu iki dizede özetlemektedir. Şiirde süregiden kararsızlık hali, çocuğun gelişim sürecindeki ilerleme-gerileme karasızlığını düşündürmektedir. Anlatıcının önünde iki seçenek vardır: bir tarafta bilinmeze doğru gitmek, ilerlemek ve büyümek; diğer tarafta gerilemek ve güvenliği tercih etmek. Benzer şekilde, tüm yaşananların bir rüya mı yoksa gerçek mi olduğu da belirsiz bırakılmıştır;

Bir limonluğumuz vardı, öğle saatlerinde 

Bazen o limonlukta uyurdum 

Karışık düşler görürdüm

. . .

İçeri girdi, uyanıktım 

Yarı uzanmıştım, uyanıktım 

Bir üşümüşlüğü tutuyordum yüzümde, uyanıktım 

Dudakları aralıktı, ben uyanıktım

Birbiri ile çelişkili ifadelerin peş peşe aktarılması, gerçeküstü unsurların şiire dahil edilişi ve benzer anlatım tercihleri ile tüm anlatılanların (ya da yaşananların) gerçek mi yoksa bir rüya hali mi olduğu konusundaki belirsizlik şiir boyunca korunmaktadır. Tüm bu imalı anlatımlar, kararsızlıklar, belirsizlikler ile şiirde üstü örtülü bir şekilde anlatılmak istenen mesele nedir? Bu soruya şair, aşağıdaki dizelerde kısmen yanıt vermektedir;

Niye imalı öyleyse 

Aşk mutlu bir sürgünlükse

Her ne kadar cevap beklenmiyormuş gibi görünse de, aşk bir sürgün olma durumuysa bile, madem ki “mutlu” bir olgu o halde neden doğrudan ifade edilmez, apaçık konuşulmaz, diye sorar şair. Bu soru, aşka dair bir ön bilgi de içermektedir: “aşk bir sürgünlük halidir”. Sürgün olma, (bir ceza olarak) belirli bir yerden uzakta olma, uzakta yaşama durumu olarak tarif edilebilir. Şu halde aşk, en azından şairin tarif ettiği aşk, bir ayrılık, sevdiğinden uzakta olma halidir. 

Üvey annemdi benim, ben sarışındım 

On altı yaşındaydım, sarışındım 

Bulanık çıkmış fotoğraflar gibiydim, görünümsüz

Yalnızdım, karışıktım 

Beni tanıyan kimseler yoktu 

Hiç yoktu 

İçime kapanıktım 

Büyük ağaçların altında 

Havuzun kırık taşları arasında 

Bilmezdim mutluluk nedir 

Bilemezdim 

Alıp başımı gitmek isterdim 

İsterdim ama, kalırdım

“Üvey annemdi benim” ifadesi anlatıcı ile anne arasına mesafe koyma çabası olarak değerlendirilebilir. Peri masallarında anneye karşı hissedilen olumsuz duyguların rahatlıkla ifade edilebilmesi için anne figürü yerine üvey anne figürünün yeraldığı bilinmektedir. Şiirde de benzer bir durumun varlığından bahsedilebilir. Anne ile olan birlikte olma arzusunun şiirde üvey anne figürü aracılığı ile dile getirildiği söylenebilir.

Anlatıcı/şair kendini, belli bir şekli, kütlesi, varlığı olmayan bir nesneymiş gibi anlatır; bulanık çıkmış fotoğraflar gibidir, görünümsüzdür, yalnızdır, karışıktır. Bu anlatım, yaşamın ilk aylarını, çocuğun henüz anneden ayrık bir varlık olduğunu idrak edememiş olduğu dönemleri akla getirmektedir. Öte taraftan, bu şekilsiz varlığı kimse tanımamaktadır. “İçine kapanık” olması ile kendini kimseye anlatamamakta, tanınmamaktadır. Dış dünya ile ilişkisinin, bir sebepten dolayı kısıtlı olduğundan yakınmaktadır. Bu durum, anneden ayrılma süreci henüz tam olarak sonlanmamış, dış dünya ile bağımsız bir birey olarak kurulacak olan ilişkinin tam olarak tesis edilmediği bir dönemi tarif etmektedir. Havuz imgesi, su ile ilişkili çağrışımları ile dişi bir nesneyi simgelemektedir; muhtemelen anneyi. Ancak bu havuz imgesi, “kırık taşları” ile eskimiş, köhnemiş bir yapı olarak anlatılmaktadır. Güzelliğinden ya da içindeki sudan bahsedilmez. Acaba bahsi geçen havuz, suyu boşaltılmış, işlevsiz bir havuz mudur? Anlatıcının, alıp başını gitmek istemesinin sebebi bu havuzun işlevsiz olması mıdır? Artık aralarında doğal ilişkinin olmaması, o ilişkinin ömrünü doldurmuş olması mıdır?

Sanki kar yağışlarının ardından 

Uzun süren kar yağışlarının ardından 

Sevimsiz bir lunaparkta 

Kimsesiz bir atlıkarıncaydım.

Şiirin bu bölümünde mevsimin kış olduğu dile getirilir. Bir önceki bölümde yeralan karamsar hava devam etmektedir. Lunapark, çocuk için koşulsuz mutluluk anlamına gelir. Şiirde sunulan lunapark imgesinin, anne ile geçirilen mutlu zamanları temsil ettiği düşünülebilir. Ancak, bir zamanlar neşe ve mutluluk kaynağı olan bu lunapark artık sevimsiz bir yerdir. Çocuğun anne ile birlikte olduğu o mutlu zamanlar sona ermiştir. O (çocuk), artık kimsenin ziyaret etmediği boş bir lunaparkta, kimsesiz bir atlıkarıncadır. Anne tarafından terk edilmiştir, yalnızdır.

Bir limonluğumuz vardı, öğle saatlerinde 

Bazen o limonlukta uyurdum 

Karışık düşler görürdüm 

Yalnızlık? 

O bir başına kalırdı, ben bir başıma kalırdım

Sanki hiç tüketilmeyen bir otobüs durağı 

Gibi kalırdım 

Bir gün 

İçeri girdi, uyanıktım

Yarı uzanmıştım, uyanıktım 

Bir üşümüşlüğü tutuyordum yüzümde, uyanıktım 

Dudakları aralıktı, ben uyanıktım 

Öyle bir süre durdu, baktı 

O baktı ben de baktım 

Yanıma usulca uzandı 

Uzandığını görmedim, ama uzandı 

Dağıldı, uçuştu, bir gülüş gibi uzandı 

Önce şaşırdım 

Önce hiç kımıldamadım 

– Yalnızlık biraz azaldı – 

Saçlarımı sevdi, hiç kımıldamadım 

Bir biçim değildim sanki, bir nesne, bir şey değildim

Biraz utandım 

Sokuldu bana iyice, bana sarıldı 

Dudaklarımı aldı, dudaklarımı taşırdı 

Köpüren sütler gibi taşırdı 

Köpükler içinde kaldım 

– Mevsim her zamanki gibi yazdı – 

Birden beyaz bacaklarını gördüm 

Sonra her şeyi gördüm 

O her şeyi ben ilk defa gördüm 

Ses çıkarmadım 

Ses çıkarmadım, köpüren sütler gibiydik 

Beni yeniden öptü, üstüne çekti beni 

Köpüren sütler gibiydik 

Limonlar beyazlandı 

Bir limondan başka bir limona geçtik 

Bir limondan başka bir limona geçtim

Gözlerim süt gibiydi, sayısız gözlerim vardı 

İlk defa vardı 

Upuzun sürdü, kısacık sürdü

Beni bıraktı 

Ayağa kalktı, saçlarını düzeltti

Süt dindi 

Ama ben kaldım 

Çoraklar, çöller, tuzlu denizler gibi kaldım 

O gözlerini dikti bana 

– Ben suyun yanması gibi tuzda – 

Anlamsız, uzun 

Gizli, korunaklı 

Yüzüyle itermiş gibi ilk defa gördüğü bir yaratığı 

Yıllarca, ama yıllarca 

Baktı baktı baktı. 

Bu bölümde anlatıda bir geriye gidiş söz konusudur. Önceki bölümlerde anlatılanlar, kronolojik olarak bu bölümde anlatılanlardan daha sonra yaşanmış gibidir. Anlatım biçimi olarak seçilen geriye gidiş, anlatıcının “regresif” bir süreç içinde olduğunu düşündürmektedir. Bölümün uyku ve düşlerden bahsedilerek başlaması bu düşünceyi desteklemektedir[2]. Anlatıcı, limonluktan, orada uyuduğundan bahseder. Limonluğun anneyi, anne rahmini temsil ettiği düşünülebilir. Henüz kış ve kışın temsil ettiği unsurlar anlatıcının hayatına girmemiştir. Karışık düşler görür bu uykularda. 

(Karışık düşler görürdüm / Yalnızlık?) dizeleri, daha önce yeralan (Yalnızdım, karışıktım) dizesinin tekrarı gibidir. (Burada kronolojik sıra düşünülecek olursa, daha önce bahsedilen aslında gelecekte olacak olan gibidir.) O bölümde içine kapanık olduğundan, dış dünya ile ilişkisinin kısıtlı olduğundan, yalnız olduğundan bahsetmektedir. Gördüğü karışık düşler yaklaşmakta olan yalnızlığın habercisi midir acaba? 

Engin Geçtan, gerçek yalnızlığı “insanın kendisini anlaşılmamış ve kimsesiz hissettiği”[3] bir durum olarak tarif eder. Bu tarif, “Beni tanıyan kimseler yoktu”, “İçime kapanıktım” dizelerinde dile getirilen “yabancı” olma durumunu, anlaşılmamışlığı ve “atlıkarınca” ile vurgulanan kimsesizliği akla getirmektedir. Buraya kadar yapılan okuma göstermektedir ki şiir, istikrarlı bir şekilde yalnızlık olgusu çevresinde dolaşmaktadır. “O bir başına kalırdı, ben bir başıma kalırdım” dizesindeki üçüncü tekil şahıs, elbette ki, şiirde şu ana kadar tek bahsi geçen kişi olan annedir. Bu dize anlatıcının bu noktada, “ben” ve “O” ayırımının farkında olduğunu, anneyi ayrık bir nesne olarak algılayabildiğini göstermektedir. Böylelikle, anneden ayrılışın/bağımsızlaşmanın bir noktada gerçekleşmiş olduğu söylenebilir. 

“Sanki hiç tüketilmeyen bir otobüs durağı / Gibi kalırdım” dizeleri okurda hareketsiz olma, olduğu yerde kalma duygularını uyandırmaktadır. Bu iki dize, bir taraftan bir tür felç olma durumunu -kendi başına hareket edemeyen, annenin ilgisine ve bakımına muhtaç bir bebeğin durumunu- diğer taraftan zamanın durduğu ya da hiç başlamadığı bir durumu anlatıyor gibidir. Annenin bakımına muhtaç olduğu bu evre belki de çocuğun hayatının en mutlu dönemidir. Şiirin bu bölümündeki coşkulu hava, yaşananların bir rüya olma ihtimaline itiraz edercesine tekrar eden “uyanıktım” ifadeleri, içinde bulunulan (rüya gibi) mutlu evre ile ilgilidir. Öte taraftan, aynı zamanda, çocuğun, az sonra başlayıp çok kısa bir süre sonra da bitecek olan, hayatının en mutlu döneminin arifesinde olduğunu anlatıyor gibidir. Henüz “çocuğun zamanı” başlamamıştır. Beklemektedir. Bu hiç tüketilmeyen otobüs durağında zaman durmuş gibidir. 

“Çocuğun zamanı”, annenin içeri girmesi ile başlar. Bu giriş, annenin hem şiire hem de çocuğun hayatına girmesi olarak okunabilir. Çocuğun yüzünde tuttuğu “üşümüşlük”, daha önce bahsedilen uzun kar yağışlarını, kimsesiz atlıkarıncayı, kısaca soğuğu ve yalnızlığı akla getirmektedir. Şu halde üşümüşlük, annenin çocuğun hayatında olmadığı dönemler ile bağlantılıdır. Annenin, çocuğu gerçekten anlayabilen tek kişinin yokluğu gerçek yalnızlıktır. 

Bir gün 

İçeri girdi, uyanıktım 

Yarı uzanmıştım, uyanıktım 

Bir üşümüşlüğü tutuyordum yüzümde, uyanıktım 

Dudakları aralıktı, ben uyanıktım 

Öyle bir süre durdu, baktı 

O baktı ben de baktım  

Anne çocuğun yanına gelmiştir. Dudakları aralıktır. Sanki bir şey söyleyecek gibidir. Ama konuşmaz. Durur, çocuğa bakar. Çocuk da O’na bakar. Aralarında sözsüz bir iletişim olduğu düşünülebilir. Sözsüz iletişime eşlik eden metaforik anlatım, ilk bakışta bir anlamı yokmuş gibi görünen ifadeler sanki dinleyicinin duygularına (ve bir seviyede bilinçdışına) hitap etmekte gibidir. Klein, dilin gelişimi öncesi evreye dair bu duygu ve fanteziler için “duygulardaki anılar” (memories in feelings) ifadesini kullanır. O’na göre dil öncesi evrede, kelimelerin olmadığı dönemde yaşananlar, kelimeler ile değil duygular ile ifade edilebilir ancak. Klein’a göre “duygulardaki anılar”, analist tarafından transferans esnasında canlandırılıp kelimelere dönüştürülebilir.[4] Şairin bu duyguları yeniden yapılandırıp kelimelere dönüştürmesi ise “metafor” aracılığı ile mümkün olmaktadır. Şiirde karşılaşılan açık ya da anlaşılır olmayan ifadelerin belli bir duyguyu, bilinçdışı bir seviyede algılanabilecek bir mesajı aktardığı düşünülebilir.

Yanıma usulca uzandı 

Uzandığını görmedim, ama uzandı 

Dağıldı, uçuştu, bir gülüş gibi uzandı

Önce şaşırdım

Önce hiç kımıldamadım 

– Yalnızlık biraz azaldı – 

Saçlarımı sevdi, hiç kımıldamadım 

Bir biçim değildim sanki, bir nesne, bir şey değildim

Biraz utandım 

Sokuldu bana iyice, bana sarıldı 

Dudaklarımı aldı, dudaklarımı taşırdı 

Köpüren sütler gibi taşırdı 

Köpükler içinde kaldım 

– Mevsim her zamanki gibi yazdı – 

Annenin çocuğun yanına uzanması, çocuğun kımılda-ya-maması, yalnızlığın azalması, saçlarının okşanması, annenin sokulması, sarılması gibi ifadeler ile anne ile annenin bakımına muhtaç bebeğin ilişkisi anlatılmaktadır. Yaşananların annenin kontrolünde olması ve edilgen bir dil ile anlatılması anlatıcının “bebek olma” durumunu destekler niteliktedir. Bu dizelerde anlatılan sevme, sokulma, öpme gibi eylemler anne ile bebeği arasındaki yakınlığı ve preödipal bağı hatırlatmaktadır. Yalnızlık bu yakınlık ile azalmıştır. Diğer taraftan, metnin bu bölümünü bir oranda belirsizleştiren ve içinde bulundukları bağlam ile değerlendirildiğinde soyut olarak nitelendirilebilecek “dağılma”, “uçuşma”, “köpürme”, “taşırma” gibi ifadelerin yukarıdaki satırlarda bahsedilen dil öncesi döneme dair –anne ile ilgili- duyguları okura taşıma işlevi olduğu söylenebilir. Anlatıcının bir biçim, bir nesne, bir şeyolamamasından yakınması henüz bağımsız bir kendilik oluşturamadığını; kullanılan “köpürme”, “taşırma” gibi ifadeler anne ile çocuğun benliklerinin (psikolojik olarak) iç içe geçmiş, birbirine karışmış bir durumda olduğunu, aralarındaki sınırların henüz belirginleşmediğini gösterdiği düşünülebilir. Annenin içeri girmesi ile başlayan ve “Beni bıraktı” dizesine kadar devam eden coşkulu anlatım, anne ile birlikteliğin çocuğa nasıl hissettirdiğini anlatır. Bu akışı bir an için duraklatan, sanki araya karışmış gibi görünen,

Birden beyaz bacaklarını gördüm 

Sonra her şeyi gördüm 

O her şeyi ben ilk defa gördüm 

dizeleri, bu mutluluğun çok uzun sürmeyeceğinin habercisi gibidir. Bu dizelerde bahsi geçen “görme”, çocuğun cinsel farklılıkları artık bildiğini ifade etmektedir. Bu farkındalık, çocuğun yaşamakta olduğu mutluluğu bir an için duraklatmış olsa da mutluluk bir süre daha devam edecektir. 

Ses çıkarmadım 

Ses çıkarmadım, köpüren sütler gibiydik 

Beni yeniden öptü, üstüne çekti beni 

Köpüren sütler gibiydik 

Limonlar beyazlandı 

Bir limondan başka bir limona geçtik 

Bir limondan başka bir limona geçtim

Gözlerim süt gibiydi, sayısız gözlerim vardı 

İlk defa vardı 

Upuzun sürdü, kısacık sürdü 

Tekrarlı bir şekilde bahsi geçen limon, süt gibi nesnelerin/imgelerin, memeyi ve iyi anneyi temsil ettiği açıktır. Dudakları taşırma, köpükler içinde kalma, köpüren sütler gibi olma, gözlerin süt gibi olması, limonların beyazlanması gibi coşkulu bir anlatımla ifade edilen, bedensel sınırların belirgin olmadığı durum ile anne ve çocuğun birbirlerine en yakın oldukları dönem anlatılmaktadır. Sanki tek bir varlık gibidirler. Bu bölümde yeralan süt ile ilgili ifadelerin memeyi temsil ettiği düşünülebilir. Klein’a göre meme sadece fiziksel bir nesne değildir; çocuğun içgüdüsel arzuları ve bilinçdışı fantezileri memeyi, sağladığı beslenmenin çok ötesinde bazı özellikler ile doldurur.[5] Meme ve süt çocuğun zihninde sevgi, iyilik ve güvenlik anlamlarına gelir.[6]

Beni bıraktı 

Ayağa kalktı, saçlarını düzeltti

Süt dindi 

Ama ben kaldım 

Çoraklar, çöller, tuzlu denizler gibi kaldım 

O gözlerini dikti bana 

– Ben suyun yanması gibi tuzda – 

Anlamsız, uzun 

Gizli, korunaklı 

Yüzüyle itermiş gibi ilk defa gördüğü bir yaratığı 

Yıllarca, ama yıllarca 

Baktı baktı baktı.

Annenin çocuğu bırakması ve ayağa kalkması, sütün dinmesi ve çocuğun kalması, çocuğun gözünden annenin çocuğu “terkediş” hikayesidir. (Sütün dinmesi ile Klein’ın bahsettiği “sevgi, iyilik ve güvenlik” gitmiştir) Anne neden çocuğu terk etmiştir, açıklanmamaktadır. Çocuk da sormamıştır. Sadece durumunu anlatır; “Çoraklar, çöller, tuzlu denizler gibi kaldım” ifadesi ile tarif edilen, yaşamın en temel ihtiyacı olan suyun olmaması, olsa bile içilebilir bir su olmaması çocuğun içinde bulunduğu yoksunluk durumunu anlatır. Köpüren sütler gibi olma halinden gözlerini dikip, yüzüyle itermiş gibi bakma durumuna ani bir geçiş vardır. Terk edilen çocuğun kızgın olmaması, okura/dinleyiciye bir öfke halinin yansıtılmaması, acaba çocuk, yaptığı bir şey yüzünden mi terk edildiğini düşünmektedir, sorusunu akla getirmektedir. 

Fairbairn’nin düşünceleri bu durumu anlamak için yardımcı olabilir; çocuk aç olduğu zaman kendini boş hisseder, içi boştur; doyurulduğu zaman ise doludur. Buna karşın, annenin memesi –ve annenin kendi de- emzirme öncesi dolu emzirme sonrası ise boştur. Çocuk anneyi ve annenin durumunu ancak kendi boşluk-doluluk deneyimi kapsamında değerlendirebilir. Aç olduğu zaman, sadece kendini boş hissetmez anneyi boşalttığını da düşünür; açlık, sadece oral ihtiyaçları arttırmamakta bu ihtiyaca saldırganlık özelliği de eklemektedir (anneyi boşaltıp ona zarar verdiği için). Yoksunluk durumu, yeme (içe alma) ihtiyacının etki alanını genişletir, öyle ki sadece memenin içindekileri değil memenin kendini ve hatta bir bütün olarak anneyi “içe alma” haline dönüştürür. Çocuğun memeyi boşaltması sebebiyle yaşadığı endişe(anksiyete) libidinal nesnesini yok etme endişesine sebep olur; annenin emzirme sonrası genellikle çocuğu bırakıp yanından ayrılıyor olmasının da buna katkısı vardır. Çocuk libidinal nesnesinin ortadan kaybolmasında kendisinin de bir etkisi olduğu duygusuna(implication) kapılır – bu duygu (implication) daha sonraki bir evrede, yediği bir yiyeceğin ortadan kaybolduğunu, dış dünyada artık olamayacağını ve hem pastasını yiyip hem de ona sahip olamayacağı gerçeğini öğrenmesi ile pekişir.[7]

Guntrip’e göre Fairbairn, “Hem pastanı yiyip hem de ona sahip olamazsın” ifadesi ile, hissedilen sevgi açlığının, derin bir sevgi nesnesini kaybetme korkusuna sürüklediğini söylemektedir.[8]

Şu halde, çocuğa göre annenin onu terketmesinin sebebi kendisi midir? Çocuk anneyi yok ettiğini mi düşünmektedir? Sevgisi zarar/hasar veren bir sevgi midir? Suçluluk duygusu yüzünden mi annenin gidişini sessizlik içinde kabullenmiştir?

Kimseye bir şey söylemedim 

Ama bir daha gelmedi 

Ne sevgi, ne nefret, ne önceleri bir şey duymadım 

Sadece gelsin istedim 

Uyanık bekledim 

Gelsin istedim 

Ama bir daha gelmedi.

Anne artık ona yabancıdır. Aralarında bir daha eski yakınlık kurulamayacaktır. Çocuk ne kadar isterse istesin ne kadar beklerse beklesin bir daha o güzel günlere geri dönemeyecektir. Annenin gelmemesi ile hissedilen duygu şiirde “Ne sevgi, ne nefret” diye ifade edilir. Bu noktada Guntrip’in nefret ile ilgili söylediklerini hatırlamakta fayda var; “Nefretin anlamı nedir? Sevginin tam zıddı değildir; (sevginin tam olarak zıddı) ilgisizlik olabilir, birine karşı herhangi bir ilgi duymamak, herhangi bir şekilde ilişkide olmamak ve böylece sevmek ya da nefret etmek için herhangi bir sebebin olmaması, hiç bir şey hissetmemektir. Birinden, sadece ve sadece sevgisini istiyorsak eğer gerçekten nefret edebiliriz.[9] Yukarıdaki dizeleri Guntrip’in bu ifadeleri ışığında yorumlayacak olursak,  “Ne sevgi, ne nefret” ifadesinden artık ortada ne bir sevgi ne de sonradan sevgiye dönüşebilecek bir duygu olmadığı, geriye sadece gerçek sevgisizliğin kaldığı anlaşılmaktadır. 

Yukarıda sorulan, “annenin çocuğu terketmesinin sebebi çocuk mudur?” sorusuna geri dönecek olursak; Fairbairn’e göre, erken oral dönemdeki travmatik tablo duygusal olarak eski haline döner ya da tekrar aktif hale gelir; annenin sevgisindeki gözle görülür azalmanın sebebinin kendinin bu sevgiyi yok etmesinin olduğunu hissseder. Kendi sevgisinin anne tarafından reddedilmesinin sebebi olarak da kendi sevgisinin yıkıcı ve kötü bir sevgi olması yüzünden olduğunu düşünür.

Fairbairn’in söyledikleri ışığında şiirde anlatılanlardan, annenin çocuğun sevgisini açık bir şekilde reddetmesinin çocuğa göre sebebi, bu sevginin yıkıcı ve kötü olmasıdır. Çocuk, bu durumun bir sonucu olarak annenin kendini terkettiği gibi bir çıkarımda bulunur.

Anladım neden sonra 

Anladım kötülük olsun diye geldiğini limonluğa 

O bembeyaz dişleriyle yoktu, ben vardım 

Üç gündüz daha geçti, ben vardım 

On gün daha geçti, sonra ben günleri unuttum 

– Unutmak ben büyüdükçe o benim çocukluğum – 

O yoktu 

Beni uyardı, beni yalnız bıraktı, anladım 

Çocukken vururdu, kanatırdı, ezerdi 

Bu kez de 

Anladım severekten 

Okşayaraktan yapmak istedi aynı şeyi. 

Çocuk, annenin ve o mutlu dönemin bir daha gelmeyeceğini, nesneyi tamamen kaybettiğini anlayınca ortaya çıkan hayal kırıklığı, anneye karşı bir öfkeye dönüşür. Suçluluk duygusu yerini (bir savunma olarak) suçlamaya bırakmıştır. “Unutmak ben büyüdükçe o benim çocukluğum” dizesinden de anlaşılacağı üzere, aslında kaybedilen anne değil anlatıcının kendi çocukluğudur. Çocuğun erken evrede memenin çekilmesi ile uğradığı hayal kırıklığı ile şimdi uğradığı hayal kırıklığı aynıdır, sadece şekli farklıdır. Daha önce kaybettiği anne/meme iken şimdi çocukluğudur.

Severek, okşayarak yapmıştır kötülüğü. “Beni uyardı, beni yalnız bıraktı,” ifadesi, anne imgesinin ikili bir kimliği olduğunu düşündürmektedir. Bu ikilik, nesne ile ilgili bir belirsizlik durumu olduğunun altını çizmektedir. Çocuk annenin gelmesini istiyor ama anne gelmiyor. Bekliyor, ama yine gelmiyor. Bu dizelerde, artık sütten ve ya limondan bahsedilmez. Anneden bahsetmektedir anlatıcı. Onun yokluğundan, gelmesini ne kadar istediğinden bahseder.  Şiirin bu bölümü hem Fairbairn’in “libido öncelikli olarak zevk değil, nesne ister” ifadesini[10] hem de Yunus Emre’nin “Bana seni gerek seni” dizelerini akla getirmektedir. 

Şiirin giriş bölümünde, “ben sarışındım” ifadesini takip eden yalnızlık vurgulu “bulanık çıkmış fotoğraflar” gibi olma, “görünümsüz” olma, “tanıyan kimsenin olmaması” gibi ifadeler, şiirin sonlarında yerini “O da sarışındı” ifadesine bırakır. Bu noktadan itibaren, anne ve çocuk aynı renkte, aynı seviyede, aynı sınıftadır. Artık yalnız değildir. Bu bölümde, annenin cinsel yönüne güçlü bir vurgu vardır. Kernberg’e göre, “annenin erkek çocukla yaşadığı örtük olarak “cilveli” erotik ilişki erkek cinselliğinin kalıcı bir özelliğini oluşturur[11] Cinsel çağrışımlar içeren ifadelerin parantez içinde yer alması ile anlatıcı, “laf aramızda” der gibidir. Bu sözleri yüksek sesle dile getirmek istemese de, yazmadan da geçememiştir. Bu durumun, Kernberg’ün “örtük olarak” ifadesi ile uyum içinde olduğu düşünülebilir. 

Şiirin sonunda, “Bir gece uykudaydı bütün konak” diyerek, anne ve çocuktan farklı kişilerden, konakta diğer yaşayanlardan bahsedilmektedir. Usulca limonluğun yakılması anne ve annenin temsil ettiği herşey ile olan bağın, çocuğun inisiyatifiyle bitirilmesi, anne ile çocuk arasındaki preödipal bağın kalıcı bir şekilde bitirilmesi/yok edilmesi anlamı taşımaktadır. Bu, Rapunzel’in saçlarının kesilmesi ile benzer bir eylemdir. Ödipal evre başlamıştır. Bütün konak uykudadır ifadesinden hala uyku hali – uyanık olma ya da gerçekten yaşıyor olma – rüyada olma ikileminin, kararsızlığının devam ettiği düşünülebilir. “Yaralı hayvan” benzetmesinden, çocuğun bu zor sürecin sonunda hırpalansa da hayatta kaldığını anlamaktayız. 

            Şiir başından itibaren bir yakınma, bir ağıt gibidir. Şair, sevdiği kişinin onu nasıl terkettiğini, bir anda ona karşı nasıl duyarsızlaştığını okuyucuya anlatmakta, bir anlamda şikayet etmektedir. Anneye olan ilgiyi ve uzaklaşması ile ortaya çıkan öfkeyi haklı çıkarmaya, anlamlandırmaya çalışmaktadır. Şiir, ilerleme-gerileme kararsızlığı çerçevesinde belirginleşen nesne kaybı, ayrılık anksiyetesi, çocuksu bağımlılık ve hayal kırıklığı gibi meseleleri merkeze almaktadır. Okur, şiirin adını aldığı “limonluktaki yangın” ile şiirin sonunda karşılaşıyor olsa da, şiirin tamamı bu yangın ile ifade edilen nesne kaybını, buna bağlı olarak gelişen ayrılık anksiyetesini ve çocuğun hayal kırıklığını anlatmaktadır. Ebeveynler ile olan ilişkinin niteliği, çocukluk deneyimleri, yetişkinlikte karşı cins ile olan ilişkilerde belirleyici bir rol oynar. Belki de bu yüzden şiir hem anne hem de sevilen kadın ile ilgili gibi görünmekte, ikili bir anlam taşımaktadır.

Gökyüzü gibi bir şey bu çocukluk 

Hiçbir yere gitmiyor. 

Kaynaklar

Klein, M. (1975). Envy and Gratitude and Other Works 1946–1963. Int. Psycho-Anal. Lib., 104:1-346. London: The Hogarth Press and the Institute of Psycho-Analysis. Sf.180

Klein, M. (1940). Mourning and its Relation to Manic-Depressive States. Int. J. Psycho-Anal., 21:125-153

Guntrip, Harry. Schizoid Phenomena, Object Relations and the Self (Maresfield library) (Kindle Locations 367-375). Karnac Books. Kindle Edition.

Kernberg, Otto F. Aşk İlişkileri Normallik ve Patoloji. Ayrıntı Yayınları, 2003, Sf.76

Fairbairn, W. R. D. Psychoanalytic Studies of the Personality (Kindle Locations 2724-2725). Taylor and Francis. Kindle Edition.


[1] Normal sınırları içinde kalan sevgi ve sevgi ihtiyacından bahsediyoruz.

[2] Regresyonun sıklıkla rüyalarda karşılaşılan bir olgu olması düşüncesi ile…

[3] Engin Geçtan, İnsan Olmak, Metis Yayınları, Aralık 2016, sf.106

[4] Klein, M. (1975). Envy and Gratitude and Other Works 1946–1963. Int. Psycho-Anal. Lib., 104:1-346. London: The Hogarth Press and the Institute of Psycho-Analysis. -180)

[5] Klein, M. (1975). Envy and Gratitude and Other Works 1946–1963. Int. Psycho-Anal. Lib., 104:1-346. London: The Hogarth Press and the Institute of Psycho-Analysis. Sf.180

[6] Klein, M. (1940). Mourning and its Relation to Manic-Depressive States. Int. J. Psycho-Anal., 21:125-153

[7] Fairbairn, W. R. D. Psychoanalytic Studies of the Personality (Kindle Locations 453-467). Taylor and Francis. Kindle Edition.

[8] Guntrip, Harry. Schizoid Phenomena, Object Relations and the Self (Maresfield library) (Kindle Locations 367-375). Karnac Books. Kindle Edition.

[9] Guntrip, Harry. Schizoid Phenomena, Object Relations and the Self (Maresfield library) (Kindle Locations 367-375). Karnac Books. Kindle Edition.

[10] Fairbairn, W. R. D. Psychoanalytic Studies of the Personality (Kindle Locations 2724-2725). Taylor and Francis. Kindle Edition.

[11] Kernberg, Otto F. Aşk İlişkileri Normallik ve Patoloji. Ayrıntı Yayınları, 2003, Sf.76