Dilsel denemelerin aynı zamanda kurguyla da karıştığı metinler kimi okuyucuyu çok çeker. Her şey gerçek üstü bir bulmaca gibi görünür ve metin üzerinde fazladan zaman geçirmemiz gerekir. Çoğu insan için bu biraz müşkülatlıdır ama bazı okuyucular sudoku çözmeye meraklıdır kutulara konacak imgeleri , olay dizilerini özenle arar bulurlar. Kuşkusuz eldeki metnin de, sağlam bir labirentse eğer, çözümlü haritası bir mimarisi olmak zorundadır. Ya da bazen işler tamamen açık uçlu ilerler ve yazar okuyucusunu baş döndüren bir dünyada yazdıklarının çeşitlemesine bırakır. Bu türden kitaplara örnek bu sefer üç tane eserden bahsetmek istiyorum. İlki Türkiye İş Bankasından çıkmış olan ‘Patlayan Kuyrukluyıldızlar Ekpresyonist Öyküler’ başlığını taşıyor. Adı üzerinde bu kısa öykülerde her şey kendi çapında bir patlayıcılığa sahip. Kabul edelim ki adında ekspresyonist sıfatını taşıyan bir eserin başka türlü olması beklenemez.
1910’da başlayan bu akım akla ilk resim sanatını getiriyor ama edebiyat alanında da kayda değer eserlerle hemen paralel bir kulvarda yol almış. Katı toplumların kenara ittiği hangi kesimler varsa ekspresyonist sanat orada olup bitene ayna tutmuş. Ekspresyonist sanatçılar kıyametimsi, dehşetengiz çarpıtmalarla gerçekliğe giden yolu bulmaya çalışan sanatçılar. Sanatı toplumu sarsmak için kullanırken, düzenle aynı paylaşımda olmaları olanaksız bir hal almış ve örneğin Almanya da dejenere sanatçılar olarak dışlanmışlar hatta resim çizmeleri yazı yazmaları yasaklanmış.
Ekspresyonist olduğunu bilmeden yıllardır beğeniyle okuduğumuz birçok yazar var bunlardan en önemlisi Franz Kafka. On altı yazardan oluşan bu seçkide de ‘Akbaba’ öyküsüyle yerini alıyor. Kafka‘nın bu öyküsü bir akbabanın kurbanını didiklerken bir anda onu tarafından yutulmasını anlatıyor. Kulağa garip gelen bu öyküde Kafka sürreal ‘takılmış’ diyebiliriz tıpkı bu derlemedeki diğer birçok öyküde olduğu gibi. Ekspresyonizm biçemi, figürü dehşetengiz çarpıttıkça belli bir noktaya varıp gerçeküstü bir platformda bütünlük bulmaya çalışıyor. Bu bağlamda şunu düşünmeden edemiyoruz: mantıkdışı gibi görünen anlatımlar bilinçaltımıza yönelen bir kazı çalışması olamaz mı? Kafka’nın bu çok kısa öyküsünde o kadar çok sembolik öğe ustaca sıralanmış ki öykünün değeri sanki biçeminde değil de tasarımında yatıyormuş izlenimi veriyor.
Aynı şekilde patlayıcı yazan, edebi eyleme renk katmaya çalışanlardan birisi de Fransız yazar Raymond Queneau. Onun Biçem Araştırmaları kitabı adı üstünde daha baştan davetini açık ediveriyor. Yazar bir metnin oluşturulması aşamasında 99 çeşit yol olabileceğini ispat için yola çıkıyor ve bunu da yazınsal virtüözlüğünü kullanarak başarıyor. Yazılan her ne olursa olsun kaskatı, dönüştürülemez, eğilip bükülemez bir şey olamayacağı üzerine düşünen, bunu savlayan bir çok Fransız yazar, düşünce insanı olageldi, Barthes ,Derrida gibi düşünür yazarlar tezlerinde yazının daima diğer şeylerle ilişki içerisinde ayakta kalabilen soncul anlamlar içermeyen kimi yerlerinde kaypaklıklar sunan bir yapısı olduğunu uzun zaman önce ifşa ettiler. Queneau’nin bu kitabı da anlatımın çok boyutluluğunu deneyimlerken böyle olmazsa şöyle olur ya da bu bir anlatım tarzıyken diğeri de bu olabilir türünden afallatan oyunlarla donatılmış. Bu tür denemeler Oulipo hareketinin sıklıkla başvurduğu yöntemlerdi. Matematikçi François Le Lionnais ve Raymond Queneau tarafından başlatılan Oulipo akımı dilin ulaşılabilen en son noktasına çengel atmayı amaçlamaktaydı. Permütasyonlarla anlatım oyunlarıyla matematiğin edebiyata katabileceği zenginliği hedefleyen bir grup yazar ve şair eserlerinde hep labirentler çizdiler, oyunlarla ilerlediler . Sonuç Georges Perec’in Hayatı Kullanma Kılavuzu ya da Calvino’nun fantastik kitaplarına giden yol oldu.
Peki Biçem Araştırmaları ilginç bir okuma sunuyor mu? Buna karmaşık cevaplar vermek mümkün, şöyle düşünün bir yazarsınız ve kafa patlattığınız romanınızın her sayfasını ertesi gün ana çizgileri aynı kalmak şartıyla tekrar tekrar, değişik biçimlerde yazıyorsunuz. Quenau’nin romanında da bütün mesele bir adamın otobüste bir yolcuyla giriştiği tartışma üzerine gelişiyor ve bu tartışmanın 99 çeşit aktarımını okurken sadece yazınsal değil aynı zamanda dilbilimsel bir girişime de tanıklık etmemiz. Bu sonsuz bir uğraş gibi görünüyor ama aynı zamanda hem yazarın hem okuyucunun gözünü açan bir deneyime dönüşüyor. Sonuçta dilsel açıdan ve yaratı bağlamında bir çeşitliliği amaçlamıyor muyuz ve çoğumuz çocukça zevklerin ve muzipliklerin metine serpiştirilmiş hallerine karşı zaaflarla dolu değil miyiz? O halde bu Queneau metni ilgi çekici aşırıklarla eklemelerle dolu ama yaratının sürekli değişen tarafını farkına varmış bir bilgelikle de dolu.
Yukarda genel hatları çizilen eserlerle bir miktar uzaksamalar yaşasa da bir şekilde akrabalığı olan ve Türk öykücülüğünde önemli kitaplardan birisi de zannımca Hulki Aktunç’un Ten Ve Gölge kitabıdır. Seksenli yılların tam ortasında yayımlanmasıyla fırtınalı yetmişlerin ardından yeni bir anlayışın kitabı oldu bu öyküler, zaten Türkiye’de bambaşka bir ortama girmiş anlayışlar da farklılaşmıştı. Zamanla Aktunç’un Ten ve Gölge’si bir klasik olarak kaldı. Yeni basımları yapılarak okuyucunun ve yayımcının unutmadığı kitaplar arasına girdi, ve öyle görünüyor ki yazım tekniği olarak Aktunç deneysel kendi dünyasına ait bir takım düzenlemeler ve oyunlarla yukarda anlattığımız iki kitapla benzer özellikte bir eser oluşturmuş. Biçem için ayrıcalıklı bir yer ayrıldığı katı, elle tutulur olay örgüsü veya anlamın peşinden koşulmadığı çok açık. Öyküler kendi başlarına birer dünya kuruyor ve kapladıkları alanlarda kendi özgün mimarilerini inşa ediyor. İlk okuyuşta bir miktar içe kapalı gibi görünse de Ten ve Gölge uzatılmış imgelerle dolu bir şiirin ağırlığını hissettirmiyor. Ama bir taraftan bakıldığında da örneğin kitabın ilk öyküsü Adını Yok Eden Hikaye eğer satırlar uygun yerlerinden bölümlense ve dizelere ayrılsa oldukça uzun kendine has tempoya sahip bir ağıta dönüşüverirmiş. Öyküdeki anlatım bir çocuk masumiyetinden yetişkin duygusallığına gidip geliyor eskinin parlak söylemlerinin değersizleşmesi ve toplumdaki tektonik bir savrulmanın resmini çekmeye yelteniyor ve çoğunlukla başarıyor da, yazar seksenlerin Türkiye’si için estetik bir ödevi yerine getiriyor da denebilir. Bir karabatak imgesi öykü boyunca ilerliyor, belli ki üzerinden saldırılmak istenen bir şey var yoruma açık tarihsel bir niteliği olmalı. İşte bu kesinsizlik içerisinde şöyle bir yorum da öykünün ilerleyen bir anına serpiştirilmiş ‘Ah şu biçim denemeleri ve bunların niteliğini açıklamaya çalışan yazarlar! Lanet olsun size . Yazın yazdığınızı da bir köşede durun, biz yorumlayalım ve yorumsalayalım, dedi biri’
İlk öyküde belki de Aktunç böyle bir şey yazarak kendi kapalılığını da dürüstçe masaya yatırıyor. Gerçekten de anlatım tarzının ikinci yeni şiiriyle buluştuğu onun kripto diline yaklaştığı çok yer var kitabında. Örneğin Kardaki Güller öyküsü uzun bir şiir olarak okunabilir, sanki bir Cansever şiiri etkisiyle yazılmış duygusu uyandırıyor, benzer uzaklıklar ve yabancılaşma seziliyor. Zaten insan ilişkileri denince Aktunç bunu bir maskeler toplantısıolarak betimliyor ve hep geri plana ulaşmak için okuyucuyu sıçrama yapmaya zorluyor.
Ten ve Gölge’de sayfalar ilerledikçe öyküler daha bilindik varoluşlara yöneliyor. Ama şimdilerde kaybeden olarak tanımlanan varoluşlardır bunlar : bir zamanlar sağlam olan ilişkileri kaybedenler, bir vakitler sağlam yaşam olanaklarını kaybeden huzursuzlaşan insanlar ve sert yaşamla yüzleşen genç insanların yitirdikleri ilk saflıklar. Toparlayacak olursak Ten ve Gölge elinize aldığınızda hacimsel olarak ağırlık yapmasa da içerik olarak yerçekimini şiddetle hissettiğiniz kitaplardan. Türk öykücülüğü adına, geçmiş yüzyılın sonundan hemen yanı başınıza adımlayıveriyor.
