ARZU VE ZAFER DUYGUSUNUN DEHŞETİ/ EMILE CIORAN

Hepimiz, tüm projelerimize ve tüm eylemlerimize ilham veren en gizli arzuyu itiraf etsek, ‘’Beğenilmek istiyorum” derdik.  Kimse bunu açıkça dillendirmeyi göze alamaz, çünkü yalnızlık ve güvensizlik duygusundan kaynaklanan böylesine acınası ve küçük düşürücü bir zayıflığı ilan etmek, bir anlamda onur kırıcıdır.  Kimse ne olduğundan ve ne yaptığından emin değil.  Erdemlerimizle iç içe olduğumuz için endişe bizi yiyip bitiriyor ve bunun üstesinden gelmek için sadece kandırılmanın, her yerden ve herkesten onay almanın peşine düşüyoruz.  Dışardan bakınca, tamamlanılan bir işin ardından herhangi bir faaliyette bulunan herkesin bakışlarında yalvaran bir nüans algılanır. Beğenilme isteğinin neden olduğu zayıflık evrenseldir ve Tanrı bir istisna gibi duruyorsa da, bunun nedeni, yaratılış tamamlandıktan sonra, tanıkların olmaması nedeniyle övgüye itibar etmemesindendir. O bu duyguyu kendi kendisine verir ve her gün onu doğrular! 

 Tıpkı kendine bir isim yaparken diğerlerinin önüne geçmeye çabalaması gibi, insan da başlangıcında canavarları gölgede bırakmak, onların pahasına kendini öne sürmek, parlamak gibi karışık bir arzu duymuş olmalıdır. Yaşamsal ekonomisinde hırs kaynağı olan bir denge kırılması sonucunda kendisini tüm canlılarla bir rekabetin içinde bulurken aynı zamanda bu çılgınlığın aracılığıyla kendisiyle de rekabete girer.  Doğada bir tek o önemli olmak ister, hayvanların arasında bir tek o anonimlikten nefret eder ve bundan kurtulmaya çalışır.  Gösteriş düşkünlüğünün pençesine düşer. İyiyi ve kötüyü bilme arzusuyla cenneti feda etmesine de şaşırırız; parlak görünmek için her şeyi riske atmak denir buna.  Genesis’i düzeltelim: İlk mutluluk bozulduysa, bu bilim zevkinden çok bir zafer iştahındandı.  İnsan aklı başından gittiği anda şeytanın tarafına geçti.  Ve tezahürlerinde olduğu kadar ilkelerinde de gerçekten şeytanileşti.  Onun yüzünden, meleklerin en yeteneklisi bir maceracı ve aziz bir şarlatana dönüştü.  Onu tanıyanlar veya ona yaklaşanlar artık ondan uzaklaşamadıkları gibi onun yakınında kalmak için hiçbir alçaklıktan çekinmez hale geldiler.  Kişi ruhunu kurtaramadığında, en azından adını kurtarmayı umar.  Evrende ayrıcalıklı bir konum elde edecek olan bu gaspçı, kendinden söz ettirme arzusu olmadan, saplantılar olmadan, gürültü çılgınlığı olmadan başarılı olabilir miydi?  Bu çılgınlık herhangi bir hayvanı ele geçirseydi, ne kadar ilkel olursa olsun, o hayvan birbir basamakları tırmanır ve insana yetişirdi. 

Diğer taraftan zafer elde etme arzusu yakanı bıraktığında, seni harekete geçiren, seni üretmeye, kendini gerçekleştirmeye, kendinden çıkmaya iten o eziyetler kaybolur gider.  Onlar gidince, olduğunla yetinecek, sınırlarına döneceksin, üstünlük ve aşırılık istenci yenilecek ve sönüp gidecek. Yılanın saltanatından geri çekildiğinde, insanı diğer yaratıklardan ayıran eski ayartmanın, damgalamanın hiçbir izine rastlanılmaz.  

İlahiyatçılar, Tanrı’yı ​​saf bir ruha indirgeyerek, genel olarak yaratma sürecine, eyleme dair hiçbir hissi olmadığını öne sürerek ona ihanet ettiler.  Aslında öne sürdükleri haliyle zihin üretmeye uygun değildir; tasarlar ama projelerini gerçekleştirmek için lekeli bir enerjinin onu harekete geçirmesi gerekir.  Zayıf olan beden değil insanın kendisidir ve o ancak müphem bir susuzlukla, lanetli bir dürtüyle uyarıldığında güçlenir.  Bir tutku ne kadar karmaşıksa, ona tabi olanları sahte veya cisimsiz eserler yaratma tehlikesinden o kadar fazla korur.  Açgözlülük, kıskançlık, kibir mi hakimdir bu durumda?

Suçlamak şöyle dursun, tam tersine bu durumu övmeliyiz: Bu kavramlar olmasaydı ne olurdu?  Neredeyse hiçbir şey, yani saf ruh, daha doğrusu meleğimsi var oluş tanımı gereği kısır ve etkisizdir, Tıpkı bitki gibi, yaşadığı ışığın içinde, hiçbir şey doğurmayan, hayatın tüm tezahürlerinden yeraltı ilkesinden yoksun olduğu gibi.  Aksi takdirde tanrı dinamik kusurları olmadan karanlığa gömülür, bir felç veya yokluk durumunda kalır, bildiğimiz rolünü oynayamaz. Verimli ve doğru olan hiçbir şey tam olarak parlak ve tam olarak onurlu değildir.  Bir şairin şu ya da bu zayıflıklarıyla bağlantılı olarak dehasının üzerinde bir leke olduğunu söylemek, yeteneklerinin değilse de kesinlikle performansının ana kaynağını ve sırrını yanlış anlamaktır.  Herhangi bir çalışma, düzeyi ne kadar yüksek olursa olsun, dolaysız olandan doğar ve onun izini taşır: hiç kimse mutlakta ya da boşlukta yaratmaz.  Bir insanlıktan oluşmuş bir evrene hapsolmuşken, ondan kurtulup, ne ve kimin için üreteceğiz?  

Ancak eylemlerin sonucunda beğenilme duygusuyla da yanıp tutuşuruz. Pohpohlanmanın hem kaba hem de hassas tüm zihinler üzerindeki etkisinin de kanıtladığı gibi, tedirgin oluruz. Bu herkes için geçerlidir. Beğenilme duygusunun münzeviler için bile hiçbir etkisi olmadığına inanmak bir hatadır; gerçekte ona karşı sanıldığından daha duyarlıdır bu tür insanlar, çünkü onun cazibesine veya zehrine sık sık maruz kalmadığı için kendini ondan nasıl koruyacağını da bilemezler.  Her şey hakkında ne kadar bitkin olsalar da, iltifatlara karşı duyarsız kalamazlar.  Alışık değillerdir bu duruma ancak fırsat doğarsa, onları çocukça ve güncel bir açgözlülükle karşılayacaklardır.  Bir dizi konuda bilgili oldukları su götürmez, ama bu konuda bir acemidirler. 

Ayrıca, herhangi bir iltifatın fiziksel etkisinin olduğunu ve yalnızca toplum pratiğiyle, uzun bir pratik silsilesiyle elde edilen disiplin ve özdenetim olmadığı sürece kimsenin bastıramayacağı ve hatta hakim olamayacağı lezzetli bir heyecan uyandırdığını da eklemeliyiz. Doğruyu söylemek gerekirse, hiçbir şey dalkavukluğun etkilerine karşı koruma sağlamaz: Birinden şüpheleniyor muyuz ya da onu küçük mü görüyoruz?  Yine de bizim hakkımızda vermek istediği olumlu yargılara dikkat edeceğiz ve hatta yeterince lirik, kendiliğinden ve istemsiz görünecek kadar abartılıysa, onun hakkındaki fikrimizi bile değiştireceğiz. Çoğunluk kendinden memnun görünmekle birlikte aslında durum bunun tam tersidir. Bu nedenle, cana yakınlık adına, dostları ve düşmanları, istisnasız tüm ölümlüleri övmeli ve “onların savurganlıklarının her birine amin” mi demeliyiz?  Kendinden şüphe duymak insanları o kadar etkiler ki, bunu düzeltmek için aşkı icat ettiler; iki talihsiz insan arasında birbirini abartmak, utanmadan birbirini övmek için zımni bir anlaşmaya yanaştı.  Aptallar dışında, övgüye ya da yermeye kayıtsız kalan kimse yoktur. İhtiyaçlarımız, arzularımız paralel hayallerimiz artık onları biz değil, bir başkası bizde hayal ediyor.  Sanki özgür, kibirli, özerk bir varoluş hepimize öncülük ediyor.

Kaldı ki çoğu zaman deneyimlerimizi bir kenara bırakıp ideallerin peşine düşeriz, çünkü arzuladığımız sürece üstü kapalı da olsa hep zaferi yakalamak hedefimizdir.  Her şeyi bastırarak onun peşine düşeriz.  Onu doyasıya tadan asla onsuz yapamaz ve ona ulaşamayınca hırçınlığa, küstahlığa veya uyuşukluğa düşer. İçimizdeki boşluk hep onu çağırır. Gerçekte çözümsüz bir şeyle mücadele etmek trajedimizdir: Zamanın imkanlarıyla zamanı fethetmek, fani olana dayanmak, tarih boyunca yok edilemez olana ulaşmak ve alkış tufanlarına susamış şekilde yaşıyoruz. Talihsizliğimiz, sonsuzluk kaybını telafi etmek için, yalnızca bu aldatmacayı, bu acıklı saplantıyı bulmuş olmamızdır; bu acıklı saplantıdan, ancak kendisini varlığa kabul ettirecek kişiler kurtulabilir.

Tarihe inanmak da, mümkün olana göz dikmektir, yakın olanın dolaysız olana niteliksel üstünlüğünü varsaymaktır, oluşun kendi içinde sonsuzluğu gereksiz kılacak kadar zengin olduğunu hayal etmektir.  Buna inanmayı bırakırsanız, hiçbir olayın en ufak bir önemi kalmaz, sıradan bir varlığa dönüşürsünüz.  O halde kendini hırsa kaptıranlar sadece zamanın uç noktalarıyla ilgilenir, başlangıcından çok tamamlanmasıyla, zafere olan susuzluğa ve hemen onun ardından gelecek olana.Oysa ileriyi hedefleyen dürtüden kurtulmuş, macerasından kurtulmuş kişi önünde arzusuz bir kapı açıldığını görecektir

Bizi kendimizden uzaklaştıran, etkili ve verimli kılan yozlaşmamız olduğu gibi, üretme hevesi de bizi kınıyor, suçluyor.  Yaptıklarımız bize karşı tanıklık ediyorsa, bunun nedeni düşüşümüzü kamufle etme, başkalarını ve dahası kendimizi kandırma ihtiyacından kaynaklanmıyor mu?  Eylem, varlığın muaf göründüğü orijinal bir ahlaksızlıkla lekelenmiştir.  Ve yaptığımız her şey masumiyetin kaybından kaynaklandığı için, ancak eylemlerimizi inkâr ederek ve kendimizden nefret ederek kendimizi kurtarabiliriz.

Yazarın 1. Haziran 1963 yılında La Nouvelle Revue Française dergisinde çıkan ‘Desir et Horreur de la Gloire’ isimli yazısından derlenerek, çevrilmiştir.