GERÇEĞİN PEŞİNDE BİR İÇ YOLCULUĞU/ Kıymet Erzincan Kına

Bazı eserler vardır ki okuru da ana karakteri de gafil avlar. Tatlı tatlı bir macera kitabıyla diyar diyar gezdiğinizi, sıkıcı hayatınızdan ama en çokta kendinizden kaçtığınızı sanırsınız. Yine de sahip olduklarınıza, sisteminize ve kendinize güveniniz sonsuzdur. Bu yolculukla istediğiniz sadece bir tatlı kaçamaktır ta ki yazarının ustalığı ve ironin gücüyle kendinizi buluncaya değin. Jonathan Swift’in kaleme aldığı Gulliver’ın Gezileri, işte bu eserlerden biri. Hangi zaman ve mekâna giderseniz gidin, insan hep eksik diyen bir bilgenin kaleminden çıkan bir kara mizah başyapıtı. Kitabın ana karakteri; tıp, denizcilik ve türlü konularda son derece bilgili, ama yine de bön ya da “gullible” Gulliver’dır. Gulliver, kendini uygarlığın hâkimi sanan ve dünyaya hükmetme haddini kendinde bulan Avrupa’nın üst sınıfının da temsilcisidir. Bu güvenle gittiği her yerde yöneticilerin ve kralın teveccühünü kazanmak için türlü taklalar atan biridir ta ki sonunda hakikatin farkına varıp kuyruğu kıstırıp geri dönünceye değin. Bu yönüyle Gulliver’ın Gezileri, karakterinin kendini arama yolculuğudur. Üstelik sadece kendine değil hakikate talip okura da dört ana yolculukla gerçeğin dört kapısını aralayandır.

Gulliver’ın gittiği ilk ülke, sarayda çıkan yangını çişiyle söndürecek kadar caka satarak, tartıla tartıla yürüdüğü ve kibrinin tavan yaptığı Cüceler Ülkesidir. İkinci ülke ise içine düştüğü devasa hayvan dışkısından kurtulmak için ülkenin küçücük kuşlarından medet umduğu Devler Ülkesi olur. “Gel şu onulmaz kibrinden ve hamlığından kurtul da yavaş yavaş pişmeye başla,” der sanki Swift, Gulliver’a. Olağanüstü buluş, yaşantı ve anlayışların sürdüğü üçüncü ülke, insan doğasındaki kusurların hep aynı olduğunu söyleyen bir başka aydınlanma kapısıdır. Dördüncü yolculuğu ise mükemmelliği temsil eden Houyhnhnm (atlar) ülkesine olur ya da yakın geleceğimizdeki karşılığıyla belki de robotların diyarlarına. 

Zamana ve mekâna hükmeden ölümsüz bir eserde,  yazarının 18. yüzyıldan geleceğe dair böylesi bir öngörüsünün olması çokta şaşırtıcı değil. Bu öngörünün alt yapısı Gulliver’ın çıktığı üçüncü yolculukla hazırlanır zaten. Bu bölümde pratik yaşamla, toprakla ve toplumla bağını koparanların dünyasını imlercesine uçan ada Laputa’ya çekilir Gulliver. Akıl çağının distopyası betimlenir Swift’in ironik diliyle. Matematik, astronomi  ve müziği tapınma derecesinde hayatlarının her alanına sokan bu ada halkının yönetici ve bilim adamlarının kafaları bu konularla öylesine meşguldür ki, bunun dışındaki alanları, hayal kurmayı ve konuşmayı zaman kaybı diye görürler. Konuşmak zorunda kaldıklarında yanlarında gezdirdikleri hizmetçilerinin kulaklarını ve ağızlarını dürtmelerine ihtiyaç duyarlar. Kuramsal konularla zihinleri pek meşgul bu insanlar, ucuna minik bir kese bağlı sopalarla dürtülmedikleri sürece konuşmayı akıl edemezler. Jonathan Swift’in o dönemde türettiği belirtilen “flapper” sözcüğünü Türkçeye “dürtücüler” diye çevirirken, günümüzün iletişim çağında iletişim kurmak için hep uyarılmaya ihtiyacı olan bizleri düşünmeden edememiştim doğrusu, bir de çocukluğumda öküzleri çalıştırmak için sopayla “nodulladığımız” günler gelmişti aklıma. 

Gulliver, bilim akademisine girilmesine izin verilen Lagado’da ise hıyardan güneş ışığı elde etmek isteyen, insan dışkısını yiyeceğe dönüştürmeye çalışan, buzdan barut yapmaya kalkışan, evleri çatıdan başlayıp temele doğru inşa eden “havai” araştırmacı ve tasarımcılarla karşılaşır. Akademinin dil okulunda ise düşünceyi ve zihni kontrol altına almak isteyenlerin bütün çağlardaki ortak bir düşü olarak George Orwell’ın 1984 adlı distopyasında da denildiği gibi dildeki sözcük sayısını azaltmak isterler.  Dil okulunun bir diğer hedefi de kelimeleri tümüyle ortadan kaldırmak, onun yerine insanların söylemek istediklerini niteleyecek eşyalarla gezmelerini sağlamak. Yöneticilerin, bütün tebaanın sağlığı için elzem gördükleri bu buluşun yürürlüğe konmasının önündeki en büyük engel ise kadınlar, ayak takımı ve okuma yazma bilmeyenlermiş.  Bilim düşmanı  iflah olmaz bu güruh isyan tehdidi içinde olmasa, çoktan yürürlüğe koyarlarmış tasarılarını. 

Bütün çağların ama özellikle de yirmi birinci yüzyılın ölümsüzlük arzusu da işlenir Gulliver’ın bu üçüncü yolculuğunda. Struldbrug adlı ölümsüzlerle bir gerçeğin daha farkına varır Gulliver. Ölümsüzlüğün sandığı gibi ölüm korkusundan uzakta insanı sonsuz bir gelişme, refah ve özgürlük sunmayıp, aksine yaşlılık ve hastalıkların pençesinde bir azaba ve lanete dönüştüğünü anlar. Tabuta girenleri kıskanan ölümsüzler, onu silkeleyip kendine getirirken, kim bilir belki bizleri de günümüzde ölümcül hastaları bir gün daha yaşatmak isteyen bilimsel gelişmeler ve teknolojiler üzerine kafa yormaya iter. Gerçekten artık tahtalıköyde kendine huzurlu bir ocak kurmak isteyen insanları kendi rızası dışında sırf bilimsel gelişmelere denek kılmak adına nefes aldırtmak ne kadar etik diye düşündürtür insanı. Ya da belki de doğanın döngüselliğini göz ardı eden ve insan doğasının açgözlülüğü ile ölümsüzlüğün peşinden koşan çizgisel ilerlemeci teknolojik yaklaşımların aslında bize mutluluk getirmediği ima edilir. 

Bu yönüyle kitabın bütünü de günümüzün teknoloji tapınımlı distopik dünyasına 18. yüzyıldan bir giriştir. Değişmeyen insan doğasına işaret edercesine, her çağda karnını doyurduğu şeye tapan ve ondan başka hakikat bilmeyen insanın yanılsaması dillenir bu kitapta. Ama yine de umutsuzluğa yer yok dercesine,  Gulliver gerçeğin farkına varma yolculuğunda ısına ısına geldiği bu dördüncü kapıda hakikate erişir. İlk önce vahşilikleri karşısında iğrense de, Yahoolar (maymunlar) ve 18. yüzyılın akıl çağının eseri akıllı atlar (Houyhnhnm)  sayesinde bütün çıplaklığıyla insanın ve kendisinin eksiliğiyle yüzleşmiş olur. Gulliver, sonunda kendine ve ülkesine geri dönerken, özündeki eksiği tamamlama çabası dile getirilir aslında. Böyle bir sonla kitabını bitiren Swift de insanın iyileşmesine duyduğu umarsız umudunun ya da her şeye rağmen umudunun altını çizmiş olur.