LLOSA’NIN ÖĞÜTLERİNE BİR BAKIŞ; GENÇ BİR ROMANCIYA MEKTUPLAR/ UMUT ARDIL

Yazar olmak isteyenler öğüt almak istediklerinde bunun hep ünlü bir romancı, öykücü ya da şairden gelmesini isterler. Bu beklenti pek de haksız sayılmaz. Yazmak deneyimle kazanılan uzun bir süreci gerektiren uğraş ve yanlış bir yola sapıldı mı geri dönmek oldukça zor oluyor. Bu yazımda Mario Vargas Llosa’nın ‘Genç bir Romancıya Mektuplar’ kitabının üzerimde bıraktığı izlenimlerden bahsedeceğim. Kitap üçüncü baskısını yaptığına göre oldukça ilgiyle karşılanmış ve okuyucudan yeterli tepkiyi almış görünüyor. Llosa bilindiği üzere Nobel ödülü sahibi bir yazar ve eğer yazma konusunda birilerine öğüt verecekse modern edebiyatta kendisinden daha iyisi düşünülemez.

Aslında nasıl yazar olunur sorusu zor bir sorudur ve yanıtlamak için Llosa’nın deyimiyle ‘muğlaklık’ ve ‘öznellikle’ dolu gizemli bir konuyu irdelemek gerekir. Her yazarın kendine has bir deneyimi, yazar olma yolunda ilerlerken yaşadığı zorluk vardır ama başlangıç noktasında bu kadar gizemli olmayan bir şeyi belirtmek lazım; Yazar, yazmanın başına gelmiş, gelebilecek en harika şey olduğunu yüreğinde hisseder, zira yazarlık sayesinde hayatını son derece keyifli bir biçimde kazanabilir, dahası yazdıkları aracılığıyla toplumsal, siyasi veya ekonomik karşılıklar edinebilir.(s.12)

Demek ki Llosa yazar olmayı yürekten istemek ve çabalamak esastır görüşünde, gerisi zaten doğal olarak geliyor. Ama ardından can alıcı bir şey ekliyor; başkaldırı bir yazarı ilk ateşleyen güçtür. Başka yaşamlar başka karakterler ve olaylar yaratırken kahramanın ya da kahramanların bir başkaldırı sergilemesi aslında yazarın kendi başkaldırısını ortaya serimlemesidir biraz da . Bu yüzden şöyle diyebiliriz yazar olmak isteyen kişi, ya da genç bir romancının sorunsalı olmalıdır aksi takdirde üzerinde gezineceği ayağını sağlamca basacağı bir topraktan yoksun kalır. 

Yazarlık sadece Donkişot’u yaratmak değil aynı zamanda bir Donkişot da olmaktır, bunu göze alabilmektir. Bu yüzden seçilecek konu birincil önceliğe sahip gibi görünüyor. Bazen yazar kendi konusunu seçmez konusu onu seçiverir. 

Genç yazarların bilinçli bir şekilde bir konuyu seçmeleri onları doğallıktan uzaklaştırabilir ama kendilerini alttan alta etkileyen, aslında çok da farkında olmadıkları bir konu eğer yazmaya başlarlarsa bir an da görünür hale gelebilir. Yani aslında kafalarında bilinç altlarında kendilerini rahatsız eden şey hemen su yüzüne çıkar. Bu noktada Llosa şöyle diyor; Romancı konuları seçmez, konular onu seçer. Belli konularda yazmasının sebebi belli şeyler yaşamasıdır. Yazarın konu seçimindeki özgürlüğü görecelidir, hatta hiç olmayabilir.(s.25)

Genç yazarlar söylenmek istenen şey bireysel yaşamlarını iyi gözlemlemeleri ve yaşadıklarına karşı farkındalık geliştirmeleridir. Aksi takdirde zaten yazma denen eylemin bir anlamı kalmayacaktır. 

Yazı içsel bir deneyimdir ve yazara yeterli materyali sağlayan en önemli kaynakta yaşananın ardından kalan tortudur.

Kurgusal metinlerde inandırıcılıkta önemli bir unsurdur. Ancak bu anlatılan her şeyin birebir yaşamla gerçek ilişkisinin olması gerektiği anlamına gelmez. İnandırıcılık nesnel gerçeklerle değil bambaşka bir yazım yeteneğiyle sağlanır. Genç yazarlar kuşkusuz deneyimlerinde yararlanırken yazdıklarına kendine has bir atmosfer kazandırmaya dikkat etmelidirler. Örneğin roman ne kadar bağımsız ve özerk olursa inandırıcılığı da o kadar kuvvetli olur; romanda olup bitenler harici bir iradenin keyfi dayatmasıyla değil, kurmacanın iç mekanizmasıyla tutarlı gerçekleşmelidir. (s.33). Buradan çıkacak sonuç özgünlüktür. Romanda ne kadar özgün bir ortam yaratabilirsek, yapaylıktan uzak kalırsak, yazdığımız eserin doğal akışına ne kadar az müdahalede bulunursak işte ona o kadar inandırıcılık katarız.

O vakit şöyle bir alana ulaşıyoruz okuyucu bizim dünyamızı, yazdığımız eserin kurgusal ortamını, gerçek bir dünyaymış gibi algılamaya başlıyor. Bütün büyük klasikler bu formül üzerinden başarıya ulaşmıştır. Aslında bu bir kandırmacadır ama bir sanattır da aynı zamanda. Bahsedilen şey üslup-biçemle de ilgili bir şeydir. 

Eğer iyi bir üslup sahibi olursanız yazdığınız metnin inandırıcılığı artar. Tutarlılık ve bazen de tam zıttı serbest ve gözü pek bir biçemle yazmak başarı getirebilir.

Basit gibi görünse de öykünün ya da romanın kimin tarafından anlatılacağı meselesi yazarın çözmesi gereken bir sorundur. Bazen ‘ben’ diye başlanan bir roman ‘biz’e dönüşür kimi zamansa anlatıcının bir zamirle belirlenmesi romanın ve öykünün gücüne göre kaybolur gider. Ama dikkat etmemiz gereken şey ve Llosa’nın bizi uyardığı bir konu vardır: Anlatıcı, yani öyküyü anlatan kişi ve yazar, yani öyküyü yazan kişi, birbirine eş tutulamaz. Birçok romancı bu hatanın kurbanıdır; öykülerini birinci şahsın ağzından anlatmaya ve konu olarak kendi yaşam öykülerini kullanmaya karar verdikleri için kendilerini kurmacalarını anlatıcısı zannederler. (S.48). Ama burada bir hata işlerler. Yazarlar kelimelerden ve biçemden ibarettirler ve bir metin yazdıklarında kendilerini anlatsalar da, öyle zannetseler de gerçekte bir roman yazmaktadırlar ve sadece sisler arasında bir anlatıcıdırlar okuyucu için. 

Yazarların bir kurgu oluşturduklarında ister roman olsun ister öykü dikkat etmeleri gereken diğer bir şey de zaman faktörüdür. Zaman dümdüz akabilir ya da bir noktadan geriye sarılarak ilerletilebilir. Sürekli geçişlerle zaman içinde oradan oraya gidilerek de dramatik etki arttırılabilir. Ama bütün bunları ustalıkla yapabilmek zamanla kazanılan bir yetenektir.

Llosa örneğin romanda zamanın kronolojik değil psikolojik olması ve usta ellerde bu tekniğin harikalar yarattığını söyler. Psikolojik zamanı. Çok iyi veren yazarlar vardır ve okuyucuya bu zaman oldukça nesnel görünür. Kurmaca böylece psikolojik zamanı kullanarak kendine özgü bağımsız bir zaman inşa eder. (S.63). Buna en iyi örnek James Joyce’un dev romanı Ulysses’de Leopold Bloom’un hayatının sadece 24 saatlik bir bölümüne yer vermesi gösterilebilir. Joyce zamanı umulmadık şekilde yavaşlatarak romanına çığır açıcı bir teknik uygulamıştır.

Peki yazdığımız bir eserde gerçeklik düzeyini nasıl belirleyeceğiz? Aslında bunu belirlemenin güçlüğü hemen anlaşılacaktır. Çünkü bir kurguda olaylar o kadar değişik akıp gider ki neyin tam olarak gerçeklikle örtüşebileceği neyin uç bir hayal ürünü olduğu kolayca tespit edilemez. Gerçek ve düşsel dünyaların düzlemleri bir çatı oluşturur, etkileşim içindedirler ama tek bir gerçeklik duygusu yaratamazlar. Bu da çok doğaldır en nihayetinde elimizde tuttuğumuz romanın gerçeğin aynası olduğunu kim iddia edebilir ki. Bu açıdan genç yazarlar aşırı gerçeklik peşinden de koşmamalıdırlar yoksa kupkuru bir anlatımla okuyucularını sıkabilirler.

Zaten anlatı ortamına bir bakış açısı girdiğinde gerçeklik türlü türlü yorumlanabilir. Beceri isteyen şey bir yazarın gerçekliği imgelerle süsleyebilmesidir. Bazen tüm bir kurgu bile bir imgeye karşılık gelebilir, o zaman da gerçeklikten bahsedemeyiz. Sonuç olarak gerçeklik tamamen yazarın seçimiyle ve sanatındaki ustalıkla şekillenen bir şeydir diyebiliriz. Şuna da dikkat çekmek gerekir ki öyküyle romanın zamanı çoğunlukla farklılık gösterirler. Öykü de zamanla oynamak çok olası olmamakla beraber romanın olanakları bu konuda daha fazladır. Ancak öykünün doğasında olan çarpıcı bitirişler, ani sürprizler, zamandan bazen tamamen kopuş gibi özellikleri bu noksanlığı telafi edebilir.

Llosa’nın biz genç yazarları haberdar etmek istediği son bir nokta da gizem unsurudur. İyi bir yazar nerede boşluk bırakacağını iyi bilmelidir. Bu konuda üstat kabul edilen Ernest Hemingway bir sessizlik edebiyatı yaratarak eserlerine ustalıkla gizem unsuru katabilmiştir. Yazar okuyucuya düşünebileceği, kendi hayal gücünü harekete geçirebileceği bir alan bırakmalıdır. Yoksa edebiyat metni okur ve yaza arasındaki bir kurgusal keyif aracı, farkındalıklar kazanılan bir düzlem olmaktan çıkar sıkıcı tek taraflı bir anlatı halini alır.

Bu yazı için yararlanılan baskı

Mario Vargas Llosa-Genç Bir Romancıya Mektuplar-Can Yay.2012, Çev.Emrah İmre