Beyoğlu’nun kalabalığına karışmış yürüyordu. İstiklâl Caddesi’nin hergün, her saat kalabalık, cıvıl cıvıl olmasına bir türlü akıl sır erdirememişti. İşsizliğin böylesi bir sorun olduğu, gelişmekte olan bu ülkede, hele de hafta içi bir günde, nasıl bu kadar insan o caddeyi doldurabiliyordu? Algıların yön değiştirmesi mi gerekiyordu anlamak için acaba? Gerçi o hafta içi günde, kendisi de kaçmıştı yoğun temposundan; ama onca insan aynı nedenle orada olabilir miydi? Belki de …
Ne zamandır sinemaya gitmiyordu. Özellikle Beyoğlu’nda sinemaya gitmek, onun için hem nostaljik, hem de daha doğaldı sanki. Tüketim tuzağı bir alışveriş merkezinde sinemaya gitmek, ona sûni geliyordu. Atlas Pasajı’nın önünde durdu, kafasını şöyle bir kaldırdı. Tam da ona göre bir film oynuyordu: Astrophel ve Stella. Film afişinde, 16. yüzyıl İngiliz kıyafetleri içinde kılıcını kuşanmış bir şövalye, çiçekler altındaki bir balkonun altından, uzun, azametli bir tuvalet giymiş, bir İngiliz düşesine gizlice bakıyordu. Bir an aklına “‘Fool’ said my Muse to me, ‘look in thy heart and write’” (1)dizesi geldi, rüzgârlı bir İngiliz ikindisinden. Gülümsedi. Beyoğlu’nun kalabalığını, renklerini, rahatlatan kakafonisini derhal terketmeli, kendini sinemanın en rahat koltuğuna bırakmalıydı. Atlas Pasajı’nın dükkanlarını gezme işini sonra da yapabilirdi.
Gişeye yöneldi. Her zamanki asık suratlı gişe memuresi, koltuğuna yapışmışçasına oradaydı.
”Astrophel ve Stella filmi için bir bilet lütfen, ortalardan ve arkalardan olsun.”
Somurtkan gişe memuresi, uzattığı parayı alarak, koçandan bileti yırttı, verdi. Bekleme salonuna girdi Stella. Gözleri patlamış mısır arandı. Böyle bir filmde yemeli miydi patlamış mısırı, yoksa “courtly love” (2) geleneğinin kurallarına uygun olarak edebiyle oturup filmi izlemeli, Astrophel’ini mi bulmalıydı? Astrophel’ini bulmak, hattâ sadece bunun hayâlini bile kurmak daha cazip geldi ona. Mısırı boşverdi, salona girdi. Yer göstericiye biletini uzattı, yerini buldu. Paltosunun düğmelerini çözüp, çıkardı. Nasılsa hafta içiydi, yanına kimse oturmazdı ya da oturmasındı. Paltosunu, çantasını ve torbasını yanındaki koltuğa koydu. Koltuğuna yerleşti. “Bakalım Astrophel var mıymış?” diye geçirdi içinden. Ya varsa? Ya yaşanabilirse?
Işıklar söndü. Korkardı aslında karanlıktan. Ama en iyisi filme dalmaktı. Reklamların yüksek desibelli sesi rahatsız etti onu, kulaklarını tıkadı. Neden sonra, Ortaçağ’ı çağrıştıran ince bir müzikle film başladı. Oyuncuların ismi beyaz perdede akarken, Stella kendini bir anda filmin içinde buldu.
1500’lerin İngilteresi. Stella bir düşes, çok zengin. O devrin İngilteresi’nde kadınların hemen hemen hiçbir hakkı yok. Genç yaşta babasının belirlediği adamla evlenmiş, düşes olmuş, altın varak kaplı eşyalarla dolu bir evde, hayatı cam kenarında oturup zaman öldürerek geçiyordu. Bu muydu düşlediği yaşam? Bu muydu aşktan anladığı? Muhtemelen değildi. Kocasına bir erkek çocuk doğurmak zorundaydı. Bunun için, erkek bebeği yakalayana kadar, kısmetinde kaç gebelik varsa yaşaması, hayatını belki de defalarca tehlikeye atması gerekiyordu. Zira önemli olan onun hayatı değil, doğuracağı erkek bebeğin, soyuna sağlayacağı faydaydı.
Cam kenarında zaman öldürdüğü günlerden birinde, çiçeklerine baktığı bir esnada, bakışları camın hemen altında biriyle kesişti. Oldukça çekici, kılıcının pırıltısı kınının içinden belli olan bir şövalyeydi. Gözleriyle Stella’da bir mana arayışındaydı. Kesişen bakışları yüreğini hoplatmıştı. Ama Stella evliydi ve en azından şimdi, bakmaktan öteye gidemezdi. Bakmak da yasak değil miydi? Gitmeliydi hemen, zihninde onun hayâliyle.
Şövalyeliğin dimdik duruşuyla gitti. Fırlayıverdi beyaz perdeden, Beyoğlu’nun kalabalık sokaklarına karıştı. İstiklâl Caddesi’ni boylu boyunca yürüdü. Küçük Parmakkapı sokaktan, Sıraselviler’e geçti. Bir süre caddede yürüdükten sonra, Alman Hastanesi’ne gelmeden ilk solda bulunan dar sokağa girdi. Yokuşun bitiminde, yıllardır yaşadığı, eski apartmanına girdi. Geniş merdivenlerinden 3 kat tırmandı. Evin soldaki kapısını anahtarıyla açtı. Ayakkabılarını çıkarıp içeri girdi. Evin eskiyi yaşatan kokusunu seviyordu. Paltosunu çıkarıp odasına gitti. Üzerini değiştirdi. Yağmura yazan bir Nisan akşamıydı. Balkon kapısından göz kırpan engin denizin yaptığı çağrı baştan çıkarıcıydı. Hava serindi, ama değerdi doğrusu, ne de güzel hayâl kurulurdu bir duble rakıyla.
Buzdolabına şöyle bir göz attı. Rakının yanına gidecek birkaç parça birşey vardı. Hazırladı, bir tepsinin içine bütün nevaleyi koydu, üzerine bir hırka alıp balkona çıktı. Balkondaki üçlü kanepeye kuruldu. Manzarası, sofrası, modu fena değildi. Ama bir Stella arayışındaydı. Nasıl bir Stella’ydı bu? Ona her akşam rakı sofrası kuracak, güzel yemekler yapacak, bakımlı, şuh, temiz, titiz, uysal bir Stella mıydı arayışı? Yoksa kişilik sahibi, hayatı paylaşmayı bilen, hayatı onuna paylaşmaktan haz alan, birlikte çabaladıkları, birlikte ağladıkları, birlikte güldükleri, birlikte keyif aldıkları bir Stella mıydı? “Ben bir profesörüm, bunca sene üniversite sıralarında dirsek çürüttüm, benim arayışım hizmetçi ruhlu bir Stella olamaz, olmamalı” diye geçirdi içinden. Kadehini batan güneşe doğru kaldırdı, rakısından bir yudum aldı, ağzında çevirerek, gövdesinin derinliklerine gönderdi. Güzel bir duyguydu bu rakı içmek, ama yalnız da gitmiyordu. Yok yok, sadece birlikte rakı içecek bir Stella değildi arayışı. Aslında hayâl ettiği Stella çok ütopik bir Stella da değildi. Onca kadın girmişti hayatına şimdiye dek. İlişkilerini farklı boyutlardan pek çok farklı kişiyle yaşama şansı olmuş, onu tam anlamıyla mutlu edecek bir kadın bulamamış, ancak kafasındaki imajı oturtmayı başarmıştı. Şakaklarına hafifçe düşen kırların ardında, boşa geçirilmemiş bir hayat için gösterilen çabalar vardı.
O sırada düşes Stella, şövalyeyi kurmaya başlamıştı kafasında. Acaba 16. yüzyılın İngilteresi’nde mi yoksa 21. yüzyılın İstanbulu’nda mı kursaydı Astrophel imajını? Neden ikisi de olmasındı? 16. yüzyıl İngilteresi için kurduğu Astrophel düşü, ona bulutların üzerindeymiş gibi hissettirecek bir Astrophel idi. Ne de olsa rutin, öncesi ve sonrası çok belli bir hayatı vardı. Ne herşey bu denli belirli olsun, ne de kocasının istediklerini yapmak zorunda olsun istiyordu. Peki bu yüzyılda Astrophel sınırların ne kadar dışına çıkabilecekti? O da önce bir aşk adamı rolüne bürünecek, gizli saklı köşelerde sevişecekler, ama aslında, ona kayıtsız şartsız itaat edecek bir Stella aramayacak mıydı? En iyisi, daha özgürce hayâl kurabileceği 21. yüzyılın İstanbulu’nda bir Astrophel kurgulamaktı. Çıkıverdi o da beyaz perdeden ve kendini Atlas Pasajı’nda buldu.
Atlas Pasajı’nın dükkânlarını çok severdi. Mutlaka herbirinde beğeneceği birşeyler olurdu. En çok da antika eşyalar satan dükkanda, ayaklıklı kahve fincanlarına hayranlıkla bakardı. Alamazdı, çünkü antika değerleri olduğundan çok pahalılardı. Bütün dükkanları tek tek dolaştı gene, gözünü doyurdu ve İstiklâl Caddesi’ne çıktı yeniden. Tünel’e doğru yöneldi. Metroya binip Gayrettepe’ye gidecekti. Metro istasyonunun önüne geldi, akbilini basıp içeri girdi, treni beklerken hayâl kurmaya başladı.
Bu yüzyılda, hele de İstanbul’da, kendisi de dahil pek çok kadının nihâi amacı evlenmek falan değildi. Bir erkekle birarada yaşamak için evlenmek mantıklı gelmiyordu. Yaşamında pek çok erkek olmuştu. Kimiyle çok mutsuz olmuş, kimiyle kendini iyi hissetmiş, ama beynine ve yüreğine hitap edebilen biriyle karşılaşmadığından, aradığını bulamamıştı. Onun Astrophel’i nasıl biri olmalıydı? Bunu düşünürken, trenin yüzüne çarpan rüzgarını bile hissetmedi. Onun Astrophel’inin birçok farklı yanı olmalıydı. Çağdaş olmalıydı, ama aynı zamanda biraz maço da olmalıydı. Stella serbest olmalıydı, ama bazen de Astrophel’in kanatları altına sığınabilmeliydi. Şömine karşısında karşılıklı şarap içerek geçirecek vakitleri olmalıydı. Birbirlerinin gözlerinin içine bütün berraklıklarıyla bakabilmeli, sadece bakışarak anlaşabilecekleri anlar olmalıydı. Birbirlerine sürprizler yapacak heyecanları, coşkuları hep olmalıydı. Geceleri elele, kolkola uyumalılardı. Onlar için önemli olan tensel haz değil, bir olmanın mutluluğu olmalıydı. Stella Astrophel’in göğsünde huzur bulabilmeli, bunun katbekat fazlasını sonsuz bir istekle Astrophel’ine verebilmeliydi. “Gerçek sevgiyi bulduklarına ve böylece özgürleştiklerine” (3) her ikisi de inanmalılardı.
“Düşler yaşama anlam yükleyebilmek için varlar” (4). İstanbul’un renklerini, kalabalığını, trafiğini, klâkson seslerini bırakıp, adaya dönme zamanı gelmişti. Ada bir kaçış, ülkü mâbedine giden yoldu onun için. Onun ülkü mâbedi, bütün insanların mutluluğu için inşa edilmeyecekti, ama kendi mutluluğu ile sonraki nesilleri de mutlu edebilirdi. Altın varaklı eşyalarını değil, Astrophel’ini özlemişti. Belki de adaya döndüğünde, Astrophel onu limanda bekliyor olacaktı. Belki de Astrophel’in zihnindeki Stella kendisiydi. Belki adada, belki İstanbul’da, belki 16. yüzyılda, belki de 21. yüzyılda bir yaşantıları olacaktı ikisinin. Düşler gerçekten de yaşama anlam yükleyebilmek için varlar. Düşler limanda bekleyen Astrophel’i müjdeliyorlarsa, eninde sonunda Astrophel orada olacaktır.
Stella beyaz perdeye geri döndü. Kıyafetini değiştirdi, gemiyle ada yolculuğuna çıktı. Limana yanaştığında, hayata yüklediği anlam somutlaşacaktı belki de, kalbi hızla atıyordu. Astrophel ise mırıldanıyordu denize dalarak:
“I can speak what I feel, and feel as much as they,
But think that all the map of my state I display,
When trembling voice brings forth that I do Stella love”. (5)
Gezginlerin bu hikâyesi, galiba düşlerin yaşama anlam yüklemek için varolduklarını bize tekrar hatırlatıyor. Bu hikaye, âşıkların kucaklaşarak birbirlerine aşk yeminleri etmesiyle son bulmayacak. Âşıklar, “hangi yüzyılda, dünyanın neresinde yaşasak?” diye birşey de sormayacaklar birbirlerine. Okur düş kuracak, hikayeyi kendi istediği gibi sonlandıracak ve yaşama kendince bir anlam yükleyecek. Sonra hep beraber kerevetine çıkacağız.
1 ) İngiliz ozan Sir Philip Sydney’in, Astrophel and Stella adlı eserinin 1 numaralı sonesinden bir dize.
2) Ortaçağ İngilteresi’nde asil şövalyelerin, asil hanımlara duyduğu gizli, platonik aşk.
3) İngiliz besteci ve yorumcu Jon Anderson’ın “Is it love” adlı parçasından alıntı.
4) İngiliz besteci ve yorumcu Jon Anderson’ın “Island of Life” adlı parçasından alıntı.
5) İngiliz ozan Sir Philip Sydney’in, Astrophel and Stella adlı eserinin 6 numaralı sonesinden dizeler.
