Dilbilimci Edward Sapir ve öğrencisi Benjamin Lee Whorf’un 20. yüzyılın ilk yarısında geliştirdiği dilsel görecelilik hipotezine(1) göre, düşüncelerimizin dilimizi şekillendirdiği kadar, tam tersi durum da geçerlidir. Yani kullandığımız dil, aslında dünyayı algılama ve anlamlandırma sınırlarımızı belirler. Whorf’un Hopi Kızılderilileri üzerinde yaptığı araştırmalar sonucu, bu yerli topluluğun zaman ekleri içermeyen bir dil kullandıkları ortaya çıkmıştı. Yani onların dili zamansızdı.(2) Bu da onların dünyaya bakış biçimlerini şekillendiriyor, zamanı, bir Batılı topluma kıyasla çok daha farklı değerlendirmeleriyle sonuçlanıyordu. Dilin düşünce inşa eden bir unsur olduğunu yalnızca esas alanı dilbilim olan araştırmacılar değil, modern üniversitenin kurucusu kabul edilen Alman filozof ve devlet adamı Wilhelm von Humboldt da söylüyordu. Ona göre “[…] dil yalnızken bile insan için düşünebilmenin zorunlu şartıdır.”(3)
Dillerin kelime dağarcıkları ve ifade biçimleri açısından birbirlerinden çok farklı olabildiklerini bizzat deneyimliyoruz. En basitinden, yıllarca öğrendiğimiz ve hasbelkader iyi seviyede konuştuğumuz bir yabancı dilde bile, bırakın deyimleri/atasözlerini, hiç aklımıza gelmeyecek bir kelime bile bizi zorlayabiliyor. Demek istediğim, dilsel görecelilik hipotezini aslında kişisel deneyimlerimiz sayesinde sezgisel olarak biliyoruz. Örneğin, Türkçenin özellikle ikileme ve renk tonları konusunda son derece zengin olduğunu(4) ve bu kelimeleri, sözgelimi İngilizceye çevirirken epey zorlandığımızı söyleyebiliriz.
Dilbilim odaklı bu kısa girişten sonra zamanımızın meşhur filozofu Slavoj Žižek’in politik doğruculuk (ya da siyasi doğruculuk, siyaseten doğruculuk vb.) hakkındaki görüşlerine(5) odaklanmak istiyorum. Žižek’e göre günümüzde politik doğrucu ifadeler kullanmak ve bu tür bir davranış biçimini benimsemek aslında “höt zöt” konuşmaktan daha tehlikeli. Žižek, bu savını, sıklıkla kendi gençliğine atıfta bulunarak örnekler. Žižek’in anlatısına göre Yugoslavya’da Sırp, Hırvat, Makedon ve Slovenler bir arada yaşarken, birbirlerine ırkçı denilecek şekilde espriler yahut şakalar yaparlarmış. Ancak Žižek’e göre, bu tür şakalar ırkçı olmayı bırakın, barışı tesis eden esas unsurlardır. Günümüzde “olur olmadık” her şeyi ırkçı diye nitelendirmenin bizi birbirimizden uzaklaştırdığını savunur Žižek. “Arkadaşça müstehcen” diye tabir ettiği bazı ifadeler kullanarak ırkçılığı ve önyargıları aşabileceğimizi, çünkü politik doğrucu ifadelerin aksine bu hakiki ve dolayısıyla samimi olan ifadelerin, farklılıklarımızı halının altına süpürmek yerine açık ettiklerini ve böylece ırkçılığı yeniden üretmediklerini savunur.
Žižek ayrıca Trump’tan hazzetmediğini belirtmesine rağmen onun hakkını bir nevi teslim eder ve politik doğruculuk açısından Trump’ı samimi bulur çünkü o, gerçekten düşündüklerini gizlemek saklamak yerine açık eder ve ne düşünürse pat diye söyler. Bu sözlerine rağmen Žižek, elbette herkesin bir anda sokağa çıkıp birbirine küfretmesini, insanların ırkçı olmasını istemez. Onun karşı çıktığı olgu, politik doğrucu olmaktır ve ona göre bu davranış biçimi sahtedir. Her ne kadar Žižek’e “provokatif” yakıştırması yapan eleştirilere katılmasam da ve onun önermelerinin çağımıza olan katkısını görsem de, politik doğruculuk ile ilgili yaklaşımına biraz ihtiyatlı yaklaşıyorum ve önermesinin her bağlamda geçerli olamayabileceğini düşünüyorum.
Birincisi, elbette ne düşündüğünü gizlemeden dobra olmak, kartları açık oynamak önemlidir. Yahut en yakın arkadaşımıza en acımasız şakaları yapabileceğimiz, karşılığında da onun bize kırılmayacağı ortadadır. Bir nevi arkadaş değil, kardeşizdir çünkü; aramızdaki bağ yıllar önce bu şekilde kurulmuştur. Bunun yanı sıra, günümüzde savaş hukuken yasak olduğu -ama de facto devam ettiği-, düpedüz savaş diye adlandırılacak olay bütünlerine “müdahale, operasyon” dendiği; işkence yerine, Žižek’in deyimiyle “genişletilmiş soruşturma teknikleri” dendiği de doğrudur. Bu elbette hiç de alttan alınacak ve sessizce kabul edilebilecek bir tutum değildir. Ancak yine de, sözgelimi Trump’ın artık demode olduğunu sandığımız bir şekilde apaçık ırkçı söylemlerde bulunması -üstelik bunu eski bir devlet başkanı olarak tüm kamuya açık yapması- veya birinin başka birine, sırf daha arkadaşça olma amacıyla kişisel özgürlüğünü ya da onun için değerli olan bir varlık özelliğini, örneğin etnik kimliğini küçümseyerek şaka yapması ve bunun barış getireceğine inanılması bana göre biraz naif kaçıyor. Trump’ın bu kadar açık saçık konuşması ona seçim kazandırmış olabilir, ancak bu bir başarı mıdır, yoksa post-truth yani hakikat ötesi çağımızın belirli bir bağlamında doğru siyasi araçları kullanarak kitleleri güdümleme şansını bulmak mıdır?
21. yüzyılda bazı konularda bir ileri beş geri giderken, tam yol aldık diye sevinip aslında daha da kötüleştiğimizi gördüğümüz birçok mevzuya tanıklık ederken, çocukluk anılarına bakılarak “o dönemler çok barışçıldık çünkü espriler kısıtlı değildi” gibi bir örneklendirme yapmak ve insanlığın tüm kibarlık müktesebatını elimizin tersiyle itmemiz gerektiğinin söylenmesi hemen kabul edilebilecek bir sav olmasa gerek. Bu konuda en güzel örnek, yine Sapir-Whorf hipotezinden hareketle, toplumdilbiliminin sayesinde bilimsel açıdan araştırma şansı bulduğumuz cinsiyetçi dil kullanımları olabilir. Örneğin, “adamakıllı yapsana şu işi!” gibi sıfatlarla kurulan cümlelerle büyümüş nesiller, bir işi düzgünce yapmanın “adam” gibi yapmaktan geçtiğini bilinçli ya da bilinçsiz düşünüyor olamaz mı? Peki ya doğrudan cinsiyetçiliğin tahakkümünü pekiştirmeyi hedefleyen o “ata”sözleri? Kızını dövmeyenin dizini döveceğinin tellallığını yapan o korkunç ifade? Hatta doğrudan dilde yer bulmayan, ancak davranışlar bütünü ve geleneklerle aklımıza kazınan, bir zümreyi yüceltirken diğerini alçaltan pratikler, mesela sofrayı toplayan kızlar, ekmek almaya çıkan oğlanlar, birey olamadan nesne ve zevk objesi olmaya mahkum kadınlar?
Velhasıl, Žižek’in önermesinin işe yaradığı bağlamlar mutlaka var, örneğin kendisinin de alıntıladığı samimi bir arkadaş grubu. Ancak böylesi risk muhtevalı bir önermeyi, tüm sorunlara çözüm şeklinde, bütüncül olarak sunmak bana sağlıklı gelmiyor. Doğrusu Žižek’in önermesi, daha çok diplomatik ilişkilere ve siyasete bir eleştiri gibi ve bu açıdan epey bir haklılık payı var; hakikaten de savaşlar insanları öldürürken, medeniyet ve demokrasi getirdiğini söyleyen güler yüzlü ve kendinden emin görünen siyasetçilere inanmamak hepimizin şiarı. Ancak politik doğruculuğun kötücül etkilerini bertaraf etmek amacıyla dilde ve davranışlarda müstehcen ve açık olma önermesi, siyaset ve diplomasi gibi alanların ötesine geçip topluma ve geleneklere bulaştırıldığı zaman, geri döndürülemeyecek bir yola girmemiz de olası.
Žižek’in politik doğruculukla mücadele etme yönündeki son derece zekice önerisini benimseyip, hakikaten de politik doğruculuğa bir çare bulmamız gerekiyor. Ancak bu çözüm, daha ziyade politik doğruculuğu yaratan ve yeşermesini sağlayan bağlamlarla mücadele etmekten geçiyor.
[1] Bu hipotez Sapir-Whorf Hipotezi olarak da bilinir.
[2] Prof. Dr. Aymil Doğan, Sözlü ve Yazılı Çeviri Odaklı Söylem Çözümlemesi, Siyasal Kitabevi, 2017, Ankara, s.4.
[3] Mihail Bahtin’den aktaran Besim Dellaloğlu, Poetik ve Politik: Bir Kültürel Çalışmalar Ansiklopedisi, Timaş Yayınları, 2020, s. 201
[4] Prof. Dr. Doğan Aksan, Türkçenin Zenginlikleri, İncelikleri, Bilgi Yayınevi, 2014.
[5] Birçok kaynak arasından bkz. https://bigthink.com/politics-current-affairs/slavoj-Žižek-political-correctness, https://qz.com/398723/slavoj-Žižek-thinks-political-correctness-is-exactly-what-perpetuates-prejudice-and-racism/ ya da https://www.youtube.com/watch?v=5dNbWGaaxWM.
