Claude Simon: OKUYUcUYU BEKLEYEN TRAMVAY

‘’Sarı Bronzdan kabartma derece işaretleri kadranın üstünde bir daire yayı oluşturur, vatmanın kalkmak ya da hızlanmak için açık avucunun küçük vuruşlarıyla ittiği manivelaya bağlı bir ibre bu derecelerin önünde gidip gelir, bir durağa yaklaşıldığında vatman manivelayı başlangıç durumuna getirip akımı keser, sonrada sağdaki döküm demir çarkı hızla çevirmeye başlar (eskiden  mutfaklarda kuyu pompalarını harekete geçiren çarklara benziyordu bu, ama biraz daha küçüktü) ve sapında ilk günkü cilasından hafif koyu bir iz kalmıştı…’’ Tramvay, Claude Simon, Sel yayıncılık,2019

Fransa’daki Yeni Roman’ın önde gelen temsilcileri kimlerdir diye sorulsa herhalde ilk isim Claude Simon olmaz ama o grup içerisnde Nobel ödülüne layık görülen tek isim odur. 1985 yılında Claude Simon yazarlık kariyerini  Nobel Edebiyat ödülünü alarak en son noktaya taşıdı. Yazar ölümünden az zaman önce layık görülmüş ödüle ve akademi onun eserlerini sanatını tanımlarken şu tanımlarken şu ifadeleri kullanıyor;’İnsanlığın konumunu anlatmada derin bir zaman bilinci içinde ve bir şair ile bir ressamın yaratıcılığını birleştirmede gösterilen başarı’.

1913 yılında Madagaskar’da doğan Claude Simon küçük yaştayken babasını Birinci Dünya Savaşında kaybetmiş. Çocukluğu verimli topraklarının ve enfes şaraplarının olduğu Güney Fransa’nı Roussillon bölgesinde geçmiş.  Türk ressamlarının da eğitim aldığı Andre Lhote atölyesinde resim derslerini takip etmiş ve Fransa’nın Nazi İşgali altında olduğu dönemde direniş örgütüne katılmış. İlk kitabı 1946’ da basılan yazar Cezayir’in bağımsızlığı için de çabalayıp sesini yükseltmiş, aktivist tarafıyla ön plana çıkmaktan çekinmemiş.

Simon anlatımındaki inceliğini özellikle son romanında en üst düzeye taşımış. Detayları ve hissedişi öyle küçük ve incelikli noktalardan alıyor ki neredeyse görselliği aşan çok daha derin bir içsel gözlemle buluşturuyor. Ustalık dönemine ait bu kısa romanda imbikten süzülen bir duyarlık var ve çoğu okuyucu için bu nefes aldırmaz bir yoğunluğa davet olarak algılanabilir. Olay. Örgüsü bile bu yoğun katman altında belli belirsiz görünüyor ama edebiyatın bütün gerektirdiği zarafet tamamen parlamakta. O yüzden eğer hızla akıp giden eserlere düşkünler için Simon’un bu eserdeki anlatımı bir miktar kasıyor gibi gelebilir ama gereken ilgiyi metne verdiğinizde çok şey kazanacağınızı anlıyorsunuz. Özellikle nesne betimlemelerindeki gözlem gücü şaşırtıcı boyutta; bunun belgesel kamera titizliğiyle etrafını değerlendiren bir gözlemciye ait olduğunu anlıyorsunuz ama her şey edebi bir duyarlıkla veriliyor ve hiçbir şey kuru ve sıradan gelmiyor okuyucuya. 

Romanın konusu bağlamında söylenecek çok şey yok ama kısaca özetlemek gerekirse kahramanımız tüm dünyası hastane odasından ibaret olan bir hasta. Şimdi ile geçmiş arasında kendine has bir yolculuk yapan, deyim yerindeyse helezonik söyleme sahip birisi.  İşte kitaptaki inceliklerden birisi de bu; Zaman ardışık akmaktansa birbirinin üzerine oturuyor üst üste geçiyor ve bilindik sıralamasından çoğunlukla sapıyor. 

Özetle konudan bahsedecek olursak zaman makinesi olarak görebileceğimiz bir tramvay anlatıcının dünyasını boydan boya geçiyor ve onun anılarının coğrafyasında ve durağı olmayan bir güzergahta ilerliyor. Gerçek hayatta ise romandaki taşra kasabasına yaklaşık on beş kilometre uzaklıktaki plaja kadar gidip gelmektedir. Sabah saatlerinde okul servisi olarak da hizmet vermektedir. Ama daha önemlisi taşıdığı kişilerle, vatmanıyla ve bütün bu karakterlerin çağrıştırdıklarıyla yaşamın akışını kesintiye uğratır. Bu esnek olay örgüsünü gerçekleştiği yerler ağırlıklı olarak deniz kenarı, kır evi, giderek modernleşen kasaba, tenis kortudur bazen de bir hastanenin koridorları ve köşe bucağından oluşan bu mekanlarda küçük tesadüfler birçok yolcunun ve yolculuğun birleşmesine neden olur. 

Tramvay gerçekte bir romanın olması gereken birçok öğesinden yoksun elle tutulur bir konu yok karakterler belli belirsiz ama bütün bu yoksunluklar içerisinde kendi dünyasının gizemi ve derinliğiyle var olabiliyor. Yani beklediğimiz geleneksel klişelerin ondan olmaması onun kendi anlatımsal var oluşu. Bu açıdan bazı resimler, mekânlar, ya da anılar çok canlı biçimde aktarılıyor. Renkli bir nakil tekniği romanın kendi dünyasını başarılı bir şekilde ayakta tutuyor ve yazar bu alanlarda enstrümanına hâkim bir müzisyen gibi deyim yerindeyse döktürüyor. 

Claude Simon’un deneyimler silsilesiyle dolu yaşamının yazarlığına etkisi çok güçlü görünüyor. Uzun sayılabilecek yaşamı demokratik protestolar ve hümanist duruşu her ortamda sergilemsine dair örneklerle dolu. Ama bunların hepsine bir aydın alçak gönüllüğü eşlik etmiş. Tramvay romanına değerli bir önsöz yazan Tahsin Yücel’in de belirttiği gibi Simon çok da önde görünmeyi seven bir yazar değil. Yeni Roman akımının Michel Butor, Alain Robbe-Grillet, Nathalia Sarraute gibi yazarlarının bir miktar gölgesinde kalsa da onlardan farklı bir yöntemle yazdığı ve kendine has sesinin, cümle tonlamasına sahip olması özel bir okuyucu kitlesinin onu sadık bir şekilde yıllarca izlemesine neden olmuş. Tramvay her yönüyle Simon’un roman sanatının bir özeti gibi. Kitabı hayatının son evresinde yazmış olması ve Tahsin Yücel’in ön sade belirttiği gibi kısalığı, süremsel ve uzamsal sınırları göz önüne alınınca, onun tüm yapıtlarının ilginç bir örnekçesi gibidir. Sel yayıncılık’tan çıkan kitap Türkçeye usta çevirmen Samih Rıfat tarafından kazandırılmış. Sırf bu açıdan bile okunmaya değer bir kitap…

Zefir Edebiyat